29 Ocak 2011

Eğitim ve Bilim Emekçilerinin Yükseköğretim Deklarasyonu

 Türkiye’deki bilim insanlarını, üniversitelerde yaşanan neoliberal dönüşümü enine boyuna tartışmak, sorgulamak ve kolektif karşı irade oluşturabilmek adına biraraya getirmek amacıyla, Eğitim Sen İzmir 3 No’lu şube, Ankara 5 No’lu şube, İstanbul 6 No’lu şubenin girişimiyle, 29-30 Mart’ta İzmir Gümüldür’de yapılan “Üniversite: Dönüşüm ve Müdahale” başlıklı forumdan çıkan Eğitim ve Bilim Emekçilerinin Yükseköğretim Deklarasyonu aşağıdadır.

Eğitim ve Bilim Emekçilerinin Yükseköğretim Deklarasyonu

Gümüldür, 30 Mart 2008

Biz, Türkiye üniversitelerindeki eğitim ve bilim emekçileri olarak, 12 Eylül’den 28, YÖK’ün kuruluşundan 27 yıl sonra gelinen aşamada üniversiter sisteme yönelik pervasızca sürdürülen neoliberal saldırılara karşı ortak bir irade ve örgütlü bir mücadele oluşturmak için bir araya geldik. Aşağıdaki metin bu iradenin ürünü olup üniversitelerin tüm bileşenlerine bir çağrıdır.

Kapitalizmin yeni yüzü neoliberalizm, kamusal alanda piyasa temelli “hizmet” politikalarını toplumlara dayatmaktadır. Bu politikaların küresel ölçekte taşıyıcıları başta Dünya Bankası ve İMF gibi uluslararası kuruluşlardır. Neredeyse toplumsal yaşamın her alanı, belli bir amaç için inşa edilmiş uluslararası kurumların denetimine sokularak küresel ölçekte sermayenin mantığına göre yeniden düzenlenmektedir. Söz konusu dönüşümler yaşamın her alanında kamusal hizmetleri daraltarak, fiyatını ödeyenin yararlanabildiği, bireysellik ve faydacılığın öne çıktığı bir toplum projesinin ürünüdürler. Üstelik bu dönüşümler ne tek başına bir partinin ne de tek başına bir hükümetin siyasal gündemini oluşturmaktadır. Günümüzde AKP hükümeti aracılığıyla uygulanan Dünya Bankası/İMF patentli “reformlar” hiç kuşkusuz 1980’lerden bu yana her hükümet programında yer almış ve parça parça yaşama geçirilmiştir. Süregelen neoliberal uygulamaların bir sonucu olarak üniversitelerimizin piyasalaşma süreci de artık tamamlanmak üzeredir.

Nitekim yeni YÖK başkanının yükseköğretimin paralı olması/ öğrencilere burs verilmesi önerisi Dünya Bankası’nın paralı yükseköğretim projesine, TÜSİAD Yükseköğretim Raporu’na ve YÖK Yükseköğretim Strateji Raporu’na uygun bir öneridir. Ülkemiz açısından bu dönüşümün temel ayaklarından birini üniversite sisteminin küresel pazara açılmasını amaçlayan ve Avrupa Birliği’ne entegre olma söylemleriyle beslenen Avrupa Yüksek Öğrenim Alanına (AYA) dâhil olma projesi oluşturmaktadır. Üniversiteler gelinen noktada artık bir bilgi kurumu değil, “iş” kurumu olarak işlev görmekte ve piyasaların ve piyasalara egemen olan sermaye bloklarının “emrine” göre yeniden biçimlendirilmektedir. Kuşkusuz, hiç bir toplumsal dönüşüm idealize edilmiş örnekleri ile sürmemektedir. Bu dönüşüm üniversite sistemimizin içinde tarihinin hiçbir aşamasında olmadığı kadar farklılıkların oluşmasına ve parçalanmalara yol açmaktadır. Artık ne yazık ki konuşabileceğimiz tek bir üniversite yoktur. Tıpkı toplumun diğer alanlarında olduğu gibi üniversite sistemimiz parçalanmış, aynı yapının altında varlıklarını sürdüren farklı kurumlara dönüşmüştür: Büyük kentlerde yer alan eski kamu üniversitelerinin yanında yeni “taşra” üniversiteleri, sermayenin inşa ettiği parlak özel üniversiteler yanında bir tür dershane niteliğindeki özel üniversiteler bu yapının parçalarıdır. Bu parçalanma, sermayenin üniversite sistemi üzerinde giderek derinleştirdiği denetim ve dönüşüm gücüne uygun bir ortam sunmaktadır.

Üniversite sistemimizde oluşturulan bu parçalanmış yapı toplumun sınıfsal gerçekliğinden beslenen ve onu yeniden üreten bir işleve sahiptir. Ülkemiz gerçekliğinde bu kısır döngü, parası olanlar ile olmayanlar arasında ilköğretimden dershaneye, dershaneden üniversiteye doğru uzanan bir süreçte tekrarlanmaktadır. Sonuçta toplumsal kesimler için farklılaşmış bu üniversite gerçekliği, parası olanların gidebildiği özel üniversiteler ile yoksul halk çocuklarının mahkûm olduğu ve doğal sonucun işsizlik olduğu “taşra” üniversiteleri arasında bir bıçak sırtı görünümündedir. Salt bu nedenle bile üniversite sistemimizin içinde bulunduğu durum toplumun emekçi sınıfı tarafından reddedilmelidir.

Üniversitelerimizin mevcut yönetim kadrolarından herkese eşit ve parasız eğitim çağrımıza sıcak bakmaları elbette beklenemez. Bu kadroların mevcut sisteme açık ya da sessiz destekleri üniversitelerimizin adım adım içine sürüklendiği “zorunlu” sermayeleşme sürecinin doğal bir sonucudur. Toplum bu pervasız piyasalaşma sürecine elbette bu yapının doğal parçaları olan YÖK ve YÖK rektörleri ile değil, emekçilerden yana tavır alan bilim insanlarıyla birlikte direnecektir. Üniversitenin küresel sermayenin emrine girmesine izin verilmeyecektir. Bu karşı duruş, dün olduğu gibi bugün de bir örgütlenme mücadelesidir. Elbette özünde bir toplumsal hak mücadelesi olan üniversite mücadelesi, yalnızca bilim emekçilerinin parçalanmış çabalarıyla yürütülemez. Kuşkusuz, üniversite tüm bileşenleriyle bir bütündür. Bu nedenle, taşeronlaştırılmış işçilerinden memurlarına, öğretim elemanlarından öğrencilere kadar uzanan geniş bir hattın örülmesi ve kurumsal birlikteliğin yaratılması gereklidir.

Bilimsel bilgi ve eğitim hizmeti metalaştırılmakta, üniversiteler şirketleştirilmektedir!

Üniversitenin düşünce gelenekleri dağıtılmakta, üniversiteye bir bilim kurumu işlevi yükleyen eleştirel aklın yerine faydacı akıl, araçsal düşünce ve bu yöndeki eylem biçimleri yerleştirilmektedir. Yalnızca metalaşabilecek fikirlere değer verilmek istenmektedir. Fikirlerin ekonomik değerleri cinsinden projelere dönüştürülmesi dayatılmakta ve bilim insanı bir pazarlamacı ya da girişimci gibi ele alınmaktadır. Bu doğrultuda “üniversite-sanayi işbirliği” olarak adlandırılan proje aslında üniversitenin sermayenin emrine verilmesi çabasıdır. Bu yolla üniversiteler “satılabilir” bilgi üretmeye zorlanmaktadır.

Ekonomik faydası olmayan, piyasa için önemsiz bulunan bilim dalları geri plana itilmiş, tekno-bilim diğer bilimsel alanları sömürgeleştirmiştir. Kasıtlı olarak uygulanan düşük ücret politikaları, öğretim elemanlarının bilimsel bilgi üretimi ve eğitim gibi asli görevleri yerine, bunların dışında işlere yönelmelerine ya da bu işleri ek gelir elde edecek biçimde yapmalarına yol açmıştır. Sonuç olarak bilginin toplumsallaşması ve kamusallaşması engellenmiş, bilginin özel mülkiyeti kamusal yararın yerini almıştır.

Eğitim, kâr elde etmek üzere sermayenin yatırım yaptığı bir alan haline getirilmiştir. Eğitim artık faydalananın ödediği fiyat üzerinden satılan bir hizmettir. Özel/vakıf üniversiteleri, ikinci öğretim programları, paralı yaz okulları, sertifika programları, tezsiz yüksek lisans uygulamaları ve her geçen gün artan öğrenci har(a)çları yükseköğretimdeki ticarîleşmenin somut göstergeleridir. Bu koşullar altında üniversitenin kapıları emekçi çocuklarına kapanmıştır.

Günümüzde sermaye, üniversiteye yalnızca dışarıdan gelmemekte, aynı zamanda üniversitelerin kendisi sermaye mantığıyla yeniden düzenlenmekte ve işletilmektedir. Devlet tarafından finanse edilen yükseköğretim kurumları piyasa norm ve değerlerini benimsemeye zorlanmıştır. Kamu kurumlarına işletme kültürünü yerleştirmek için bütçelerinden kesintiler yapılmıştır. Üniversiteler kendi yaratacakları kaynaklara, döner sermaye gibi kamu bütçesi dışındaki gelirlere bağımlı hale getirilmiştir. Geldiğimiz aşamada üniversiteler vakıfları, şirketleri, taşeronları, teknoparkları, döner sermaye uygulamaları, ticarîleşmiş kampusları ile birer işletmeye dönüşmüştür. Üniversitelerimiz salt diploma ve unvan dağıtan ve işgücü piyasasını besleyen bir kuruma indirgenmiştir.

YÖK otoriter ve baskıcı yapısı ve zihniyetiyle tüm yükseköğretimi tahrip eden bir ilişkiler sisteminin toplamıdır!

YÖK’ün ve onun tek iradî temsilcisi olan rektörlerin otoriter ve merkeziyetçi yapısıyla birlikte yükseköğretim; toplumla organik bağ kuramayan, yalnızlaşmış, toplumsal aidiyeti olmayan, iktidar ve güce tapınan, varlığı koşulsuz “uyum” sağlamak olan insanları inşa etmektedir.

Kuşkusuz tüm bu sürecin temel taşıyıcısı olan YÖK yalnızca bir üst kurul değildir; yıllardır üniversitede resmi ideolojinin yeniden üretilmesini sağlayan, sermayenin çıkarı doğrultusunda yarattığı ilişkiler sisteminin bir toplamı olarak algılanmalıdır. 12 Eylül askerî darbesinin ürünü olan Yükseköğretim Kanunu, öğretim elemanlarını ve öğrencileri kontrol altına almak üzere oluşturulmuş bir tepki yasasıdır. Üniversitenin tüm bileşenlerinden devlet aklına uygun bir biçimde düşünüp davranmaları istenmiştir. Üniversitedeki tüm yetki tek bir kişiye, YÖK’e bağlı rektöre bırakılmıştır. Üniversite yönetimi otoriter, baskıcı, ayrımcı/kayırmacı olabilen, mutlak yönetim gücüyle donanmış tek bir kişinin adeta kişisel iktidarı haline gelmiştir. Disiplin yönetmelikleri üniversite emekçilerine ve öğrencilere yasal şiddet uygulanmasının aracıdır. Rektör, YÖK’ün merkeziyetçi anlayışını sürdüren “güvenilir” kişidir. Rektöre karşı denge oluşturacak herhangi bir merci fiilen yoktur. Senato ve yönetim kurulları ise yetkisiz, temsilî oluşumlardır.

YÖK’ün 27 yıllık hızlı “okul”laştırma süreci, köklü gelenekleri olan kamu üniversitelerinin bir tür tasfiyesi üzerine şekillenmiştir. Bu süreç, bir yanıyla ancak meslek yüksekokulu düzeyinde eğitim veren ve üniversite kimlikleri tartışmalı olan çok sayıda “okul”un “üniversite” adıyla sisteme dâhil edilmesiyle, diğer yanıyla da sayıları sürekli olarak artan ve amaçları salt kâr etmek olan özel/vakıf üniversitelerinin kurulmasıyla sürmüştür. Bu üniversiteler kamuda yetişmiş öğretim üyesi gücünü masrafsız bir biçimde transfer ederek ya da söz konusu öğretim üyelerini taşeron olarak kullanarak, kamu üniversitelerini çökertmekte ve yükseköğretimin hızla özelleşmesine katkı sağlamaktadır.

Bilim insanları toplumdaki aydın konumlarını hızla terk ederek bir tür “meslek” elemanlarına dönüşmektedirler!

Üniversitelerimizde kendi dilimizde ve kendi bilimsel yayın organlarımızda yayın yapma geleneği YÖK’ün akademik yükseltmelerde kural olarak koyduğu, uluslararası SCI ve SSCI atıf dizinlerinde taranan dergilerde yayın yapma kuralı nedeniyle önemli ölçüde aşınmıştır. Bu süreci üniversiteler ve TÜBİTAK tarafından uygulanan “yabancı dilde yayın teşvik programları” desteklemiş ve beslemiştir. Elbette bilim evrensel ölçütlerde ve ölçekte yapılır. Ancak bu türden baskılar üniversitelerimizdeki bilim insanlarını kendi ülkesine seslenen aydınlar konumundan giderek sadece meslek alanına seslenen “profesyoneller” konumuna sürüklemiştir. Kendi dilinde hiç yayın yapmamış ya da yalnızca “değerli” görmediği yayınlarını Türkçe yayımlayan çok sayıda “bilim” insanı ne yazık ki üniversitelerimizde bulunmaktadır.

Mevcut sistemde yayın kalitesine değil, yayın sayısına önem verilmektedir. Nitekim yayın sayısında bir artış olsa da bilimsel ilerlemenin bu artışa paralel gittiğinden söz etmek mümkün değildir. Öte yandan, yayın baskısı bilim etiği ile bağdaşmayan davranışlar için de özendirici olmuştur. Ne yazık ki üniversitelerimizde intihal gibi ciddi yayın etiği sorunları yaşanmakta ve buna karşı duyarlı/sorumlu davranılmamaktadır. Oysa üniversiteyi üniversite yapan; eğitim, araştırma ve hizmete yönelik tutum ve davranışlarında evrensel bilim etiği değerlerinden taviz vermeyen insanlardır.

Üniversitedeki mevcut kültürel ortamda, gerek bilimsel yayıncılık gerekse de akademisyen seçim ve yükseltmelerindeki jüri sistemi âdil, nesnel çalışmamaktadır. Liyakat esas olamamaktadır. Sistem ahbap-çavuş ilişkileri ile yürümektedir. Bir tür danışıklı dövüş biçimi hâkimdir.

Üniversite piyasalaştıkça istihdam rejimi değişmekte, iş güvencesi yitirilmektedir!

Üniversitelerdeki hiyerarşik ve eşitsiz ilişkiler, itaat ve korku kültürünü yaygınlaştırıp akademisyenleri kişiliksizleştirmektedir. İşsiz kalma korkusu, akademisyenlerin pek çok keyfî ve anti-demokratik uygulamaya boyun eğmesi ve sindirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Böylece sistemin istediği pasif ve itaatkâr akademisyen tipi yaygınlaşmaktadır.

Neoliberal politikaların bir sonucu olarak esnek ve güvencesiz çalışma üniversitenin yeni istihdam rejimidir. Özellikle araştırma görevlilerinin iş güvencesini ellerinden almaya yönelik uygulamalar üniversitenin geleceğini yok etmektedir.

Üniversitede artık taşeronlarla yürütülen hizmetler, üniversite emekçilerinin güvencesiz ve sendikasız çalıştırılmasına yol açmaktadır.

Artık yeter!
Biz, eğitim ve bilim emekçileri diyoruz ki;

• Üniversiteyi küresel sermayenin hizmetine sokma yol ve yöntemlerinin formüle edildiği TÜSİAD Yükseköğretim Raporu’nu ve YÖK Yükseköğretim Strateji Raporu’nu hayata geçirmeye dönük hiç bir uygulama kabul edilemez.
• Eğitim temel bir haktır. Bu nedenle, herkesin parasız yararlanabileceği kamusal bir hizmettir; piyasa koşullarına terk edilemez.
• Öğrenci har(a)çları emekçi sınıfın yükseköğretime ulaşması önünde bir engeldir, özelleştirme eğilimlerini güçlendirmektedir, tamamen kaldırılmalıdır.
• Öğrencilere eğitim ve araştırma gereçleri, barınma, beslenme ve ulaşım parasız sağlanmalıdır.
• Bilginin ürün ve teknolojiye dönüştürülmesinde kamu yararı gözetilmelidir.
• Araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) ve patentleme sistemleri, kamu yararı önceliğiyle yeniden düzenlenmelidir.
• Bireyci, rekabetçi bilgi üretimi yerine kolektif bilimsel üretim; bilginin özel mülkiyeti yerine de kamusal mülkiyeti esas olmalıdır.
• Üniversite, piyasanın ihtiyacı olan bilgi ve elemanı üretmek yerine, evrensel kültürün ve eleştirel aklın verildiği bir kurum olmalıdır.
• Günümüzde bilim dünyasında yaşanan ticarîleşmenin geldiği boyut ve toplumsal sorumluluklarından sıyrılmış bilim insanları, toplumun bilime olan güveninin sarsılmasına yol açmıştır. Oysa üniversitelerin ulusal ve uluslararası boyuttaki sosyal, ekonomik ve siyasal gelişmelere dair bilimsel bilgi üreterek bunu toplumla paylaşma görevleri vardır. Üniversite her türlü tahakkümden arınmış, demokratik bir tartışma ortamını geliştirmek ve bundan toplumun yararlanmasını sağlamakla görevlidir. Toplumun kendisini anlama şekli, kültürel anlayışların korunması ve dönüştürülmesi, toplumsal düşünün etkilenmesi üniversitenin temel vazgeçilmez görevleridir.
• Üniversite toplum katında saygınlığını artırmak ve toplumla bağlarını güçlendirmek için ülke ve toplumun sorunlarına duyarlı ve onlara yönelik çözümler üretme çabasında olmalıdır.
• Üniversitenin kendi kaynaklarını yaratması adı altında yürütülen özelleştirme uygulamalarına son verilmelidir. Yükseköğretimde özelleştirme yerine kamu finansmanı esas alınmalı, genel bütçeden ayrılan pay artırılmalıdır.
• Yeni özel/vakıf üniversitelerinin açılmasına izin verilmemeli ve var olanlar kamulaştırılmalıdır.
• Üniversite bünyesinde ticarî amaçla faaliyet gösteren dernekler, vakıflar ve merkezler kapatılmalıdır.
• Üniversite, 12 Eylül askerî darbesinin otoriter, milliyetçi, muhafazakâr zihniyetinden kurtulmak zorundadır. YÖK düzeni ülkeyi bilim ve eğitim açısından geleceğe taşıyamaz. YÖK, bütün boyutlarıyla ortadan kaldırılması gereken bir kurum ve zihniyettir.
• Üniversite özerkliğinin hayata geçirilmesi için gerekli tüm düzenlemeler yapılmalıdır. Akademik özgürlüğün, ifade özgürlüğünün ve üniversitelerin yönetsel özerkliğinin sağlandığı bir sistemde YÖK gibi düzenleyici bir üst kurula gerek kalmaz. YÖK yerini, üniversitelerin doğrudan temsil edildiği demokratik bir üst kurula bırakmalıdır. Bu üst kurulun görevi, eğitim politikalarını belirleme, yükseköğretim kurumları arasında eşgüdüm sağlama ile kısıtlı olmalıdır. Bu kurulda demokratik bir yapılanmanın gereği olarak öğretim elemanları, öğrenciler, işçiler ve memurların örgütlü yapıları yer almalıdır.
• Atama ve yükseltme kriterleri, yayın sayısına değil yayın kalitesine; ne ölçüde yeni bilgi üretildiğine, yayının yarattığı bilimsel etkiye ve toplumsal katkıya göre belirlenmelidir.
• Yöneticilerin seçimi ve kurulların oluşumunda, tüm karar ve denetim süreçlerinde üniversite bileşenlerinin tümü yer almalıdır.
• Üniversiteler; zihniyeti, hatta kent dışındaki konumları, “güvenlik kaygıları” bahane edilerek kurgulanan kısıtlayıcı/ gözetleyici fiziksel mekanları ile halka kapalı/uzak, öğrenci ve öğretim elemanını izole eden steril yerler haline gelmiştir. Üniversitenin kameraları, turnikeleri, tel örgüleri ve demir parmaklıkları sökülmelidir.
• Üniversitelerde etnisite ve cinsiyet başta olmak üzere her türlü ayrımcılığa son verilmelidir. Bu amaca yönelik etik kurullar oluşturulmalıdır.
• Kadınlara yönelik psikolojik ve fiziksel taciz ve şiddet uygulamaları kabul edilemez. Tüm emek platformlarına önerildiği biçimde, üniversitede de kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık
politikaları uygulanmalıdır.
• Üniversite emekçilerine, işçi ve memurlara insanca yaşayabilecekleri bir ücret verilmelidir.
• Akademisyenlere aslî görevleri olan bilim ve eğitim üretimini gerçekleştirebilecekleri asgarî akademik ücret sağlanmalıdır. Bu koşullar altında şirketlere danışmanlık, özel muayenehane açma gibi ticarî faaliyetlere son verilmeli ve tam gün çalışma esas olmalıdır. Üniversite hastanelerinde paralı özel muayene uygulamasına son verilmelidir.
• Tüm üniversite emekçilerine koşulsuz iş güvencesi sağlanmalıdır.
• Üniversite emekçilerinin ve öğrencilerin örgütlenme ve siyaset yapma hakları önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.
• Özel/vakıf üniversitelerinde çalışan bilim insanları ve işçiler “piyasalaşmış üniversite”nin sorunlarını en çıplak biçimde yaşamaktadırlar. Buralardaki eğitim ve bilim emekçileri örgütlü
mücadelenin dışında bırakılamaz.
• Tüm üniversite emekçilerine toplu sözleşmeli, grevli sendika hakkı tanınmalıdır.

Üniversite emekçilerinin sınıf eksenli mücadele adresi sendikalar olmalıdır. Bu bağlamda, eğitim ve sağlık iş kolundaki eğitim ve bilim emekçilerinin örgütlenme çatısı olan Eğitim Sen ve SES’e önemli görev ve sorumluluk düştüğüne inanıyoruz.

YÜKSEKÖĞRETİM SİSTEMİNİN YENİDEN YAPILANDIRILDIĞI BU KRİTİK SÜREÇTE, TÜSİAD VE YÖK’ÜN PİYASACI ÜNİVERSİTE PROGRAMINA KARŞI, EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİ BİRLEŞİN

Eğitim Sen İzmir 3 No’lu Şube - Eğitim Sen Ankara 5 No’lu Şube - Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Şube!

Açalya Temel (Araş.Gör. - Ege Üniversitesi) Adile Arslan Avar (Yrd.Doç.Dr. - İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü) Ahmet Haşim Köse (Doç.Dr. - Ankara Üniversitesi) Atilla Göktürk (Prof.Dr. - Muğla Üniversitesi) Aydın Arı (Araş.Gör. - Dokuz Eylül Üniversitesi) Aydın Gelmez (Öğr.Gör. - Dicle Üniversitesi) Bahadır Aydın (Yrd.Doç.Dr. - A.İzzet Baysal Üniversitesi) Barış Alpaslan (Öğr.Gör. - Ege Üniversitesi) Bengi Kanat (Araş.Gör. - İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü) Berkay Aydın (Araş.Gör. - ODTÜ) Burak Bakır (Araş.Gör. – Dokuz Eylül Üniversitesi) Cem Terzi (Prof.Dr. - Dokuz Eylül Üniversitesi) C.Taylan Akdağ (Araş.Gör. - Dokuz Eylül Üniversitesi) Emek Bayrak (Ankara Üniversitesi) Emel Yuvayapan (Araş.Gör. - Dokuz Eylül Üniversitesi) Eren Deniz Tol (Doç.Dr. - Muğla Üniversitesi) Ersin Vedat Elgür (Öğr.Gör. - Dicle Üniversitesi) Fatma Gök (Prof.Dr. - Boğaziçi Üniversitesi) Ferda Dönmez Atbaşı (Öğr.Gör.Dr. - Ankara Üniversitesi) Ferda Uzunyayla (Araş.Gör. - A. İzzet Baysal Üniversitesi) Fuat Ercan (Prof.Dr. - Marmara Üniversitesi) Gökçer Özgür (Araş.Gör.Dr. - Hacettepe Üniversitesi) Gülhan Türkay Hoştürk (Prof.Dr. - İstanbul Üniversitesi) Hakan Mıhçı (Doç.Dr. – Hacettepe Üniversitesi) Haydar Uncu (Araş.Gör.Dr. - Adnan Menderes Üniversitesi) H.Cem Çelik (Öğr.Gör. - Celal Bayar Üniversitesi) Hilal Eyüpoğlu (Araş.Gör. - ODTÜ) İhsan Koluaçık (Araş.Gör. - Afyon Kocatepe Üniversitesi) Kasım Akbaş (Araş.Gör. - Anadolu Üniversitesi) K.Sinan Alçın (Yrd.Doç.Dr. - Maltepe Üniversitesi) L.Işıl Ünal (Prof.Dr. - Ankara Üniversitesi) Kutlu Dane (Araş.Gör. - Akdeniz Üniversitesi) Levent Dölek (Araş.Gör. - İstanbul Üniversitesi) Mehmet Türkay (Prof.Dr. - Marmara Üniversitesi) Melda Y.Öztürk (Yrd.Doç.Dr. - Ondokuz Mayıs Üniversitesi) Meryem Kıroğlu (Araş.Gör. - Marmara Üniversitesi) Metin Özuğurlu (Doç.Dr. - Ankara Üniversitesi) Muammer Kaymak (Araş.Gör. - Hacettepe Üniversitesi) Mustafa Öziş (Araş.Gör. - Gazi Üniversitesi) Mustafa Kemal Coşkun (Yrd.Doç.Dr. - Ankara Üniversitesi) Nida Kâmil Özbolat (Araş.Gör. - İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü) Nihat Koçyiğit (Okt. – İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü) Nilgün Toker Kılınç (Doç.Dr. - Ege Üniversitesi) Nuray Ergüneş (Yrd.Doç.Dr. - Maltepe Üniversitesi) Nurcan Özkaplan (Prof.Dr. - emekli) Nuri Erkin Başer (Araş.Gör. - Dokuz Eylül Üniversitesi) Onur Hamzaoğlu (Prof.Dr. - Kocaeli Üniversitesi) Özgür Müftüoğlu (Yrd.Doç.Dr. - Marmara Üniversitesi) Remzi Altunpolat (Araş.Gör. - Gazi Üniversitesi) Rıfat Okçabol (Prof.Dr. - Boğaziçi Üniversitesi) Seçkin Özsoy (Dr. - Ankara Üniversitesi) Servet Yıldırım (Araş.Gör. - Akdeniz Üniversitesi) Sibel Özbudun (Doç.Dr. - Hacettepe Üniversitesi) Süleyman Ulutürk (Yrd.Doç.Dr. - Akdeniz Üniversitesi) Taylan Koç (Araş.Gör. - Ankara Üniversitesi) Vefa Saygın Öğütle (Araş.Gör. - Ege Üniversitesi) Yasemin Özgün Çakar (Yrd.Doç.Dr. - Anadolu Üniversitesi) Yüksel Akkaya (Prof.Dr. - Gazi Üniversitesi) Ümit Akıncı (Araş.Gör. - Dokuz Eylül Üniversitesi) Zafer Yılmaz (Araş.Gör. - Ankara Üniversitesi) Zuhal Okuyan (Prof.Dr. - Dokuz Eylül Üniversitesi)

   

23 Aralık 2009

Kapitalist toplumda bilim yol gösterici olabilir mi? Dönüşüm sürecinde üniversiteler ve bilim

Özgür Narin*    

Üniversitelerde bir dönüşüm yaşanıyor. Performans değerlendirme, eğitim ve araştırmanın, diploma ve derslerin ortak ölçülere göre sertifikalandırılması, Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’nın bir parçası olma, “toplam kalite sistemi”nin eğitimde ve bilimsel araştırmalarda da yaşama geçirilmesi, piyasa ve sanayi ile sıkı işbirliği gibi başlıklar altında hayata geçirilen planlı düzenlemeler olarak görünüyorlar. Bu yazı, üniversitelerde yaşanan bu dönüşümün daha büyük bir çerçevede nereye oturduğu ile ilgilenmeye çalışıyor. Üniversiteler, pek çok mesleğin yanı sıra hekimlerin, tıp ve yaşam bilimlerinde araştırma yapan bilimcilerin yetiştiği yerler olması yüzünden yaşanan dönüşüme, hekimler ve tıp araştırmacıları da yakından tanıklar; hatta can alıcı bir parçası haline gelmekle yüzyüzeler. Bunun için pek çok hekime çok tanıdık gelecek yaşanmış, gerçek bir örnekle başlayacağız. Üstelik bu olayı aktaran Amerika’nın ünlü üniversitelerinden Harvard Üniversitesi’nde 1971-91 yılları arasında rektörlük yapmış bir hukukçu ve araştırmacıdır.

Toronto Üniversitesi’nden Profesör Nancy Olivieri, üniversiteye bağlı çocuk kliniğinde araştırmacıdır. Kanada’nın en büyük ilaç firmasının piyasaya sürmek için ürettiği bir thalassemia (Akdeniz Anemisi) ilacını test etmek için sözleşme imzalar.
“Sözleşmede Olivieri’nin sonuçları şirketin izni olmadan yayımlamasını bir süreliğine engelleyen bir madde vardı. İlacın düşünüldüğünden az etkili olmakla kalmayıp potansiyel olarak tehlikeli olduğu anlaşılınca, sözleşmeye rağmen Olivieri bulguları yayımlamakta ısrar etti” (Bok, 2007: 73).

Olivieri’nin bulguları yayımlamasını hastanenin Araştırma Etiği Kurulu da destekler. Gerisi son yıllarda sıkça duyulan öyküdür. İlaç şirketi Olivieri’yi araştırma protokolünden sapmakla suçlayarak, dava açma ve sözleşmeyi iptal etme tehdidinde bulunur. Bulguları yayımlamasını engellemeye çalışır. Nancy Olivieri hastane kurallarını çiğnemekle suçlanır ve program yöneticiliği görevinden uzaklaştırılır, meseleyi kamuoyuna açmaması yönünde baskı görür. Toronto Üniversitesi Olivieri’ye yönelik bu baskılar karşısında büyük ölçüde sessiz kalır.
Bu sırada, “üniversitenin ve [ilaç şirketinin] bir süredir üniversiteye ve eğitim hastanelerine yapılacak birkaç milyon dolarlık bir bağışı görüşmekte olduğu” gerçeği ortaya çıkar(Bok, 2007: 74). Basında yürüyen uzun tartışmalara son noktayı koyan, İngiltere ve ABD’nin önde gelen bilimcilerinin müdahalesi olur. Üniversite sonunda adım atar ve hastanenin Olivieri’ye hasta tedavi etme yetkisini geri vermesini, onun akademik özgürlüğünü kabul etmesini sağlar. Buna benzer biçimde 2001 yılında “şirketlerin ölçüsüz tesiri ve araştırmaların manipulasyonu üzerine önde gelen on tıbbi dergi” harekete geçerler ve “sponsorun olumsuz bulguları yok etmeye ya da sonuçları etkilemeye çalışmadığına dair, şirket ve yazarlar tarafından yeterli delil gösterilmeden, klinik deney sonuçlarını içeren makaleleri basmama kararı” alırlar. Bunun gibi pek çok örnek bulmak olanaklıdır, ancak biz burada sadece çarpıcı birine yer verebildik. Üniversitelerde yaşanan dönüşüm, özel olarak tıp bilimlerin de olduğu gibi genel olarak bilim üretiminde yaşanan dönüşümle bağlantılıdır. Bu yazı üniversitelerin piyasa ve sanayi ile girdiği ilişkilerin, kapitalizmin yapısal özellikleri ile ilişkisini kurmayı amaçlamaktadır.

Bilim üretim süreci önemli bir dönüşüm geçirmekteyken, üniversiteler bilimsel üretimin gerçekleştirildiği yerler olduğu kadar, bu emek sürecinin öznelerini yetiştiren yerler olmaları nedeniyle de bu dönüşümden paylarını almaktadırlar. Bu dönüşümden tıp araştırmacıları, hekimler ve öğrencilerinin büyük bir bölümü etkilenecektir. Bilimcilerin, bilimdeki bu dönüşümü anlama yönündeki çabaları değerlidir. Bu dönüşümü anlama çabası, kapitalist toplumda bilim üretiminin özgül biçimine, bilimdeki ücretli emek ilişkisine ve bilimsel ürünlerin özel mülk edinilme yordamlarına karşı çıkmanın ipuçları açısından da önem taşımaktadır.

Bu yazı üniversitelerde yaşanan dönüşüm ile kapitalizmde bilim ve teknoloji üretiminin değişimi arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. Yazının temel önermesi, taşıdığı tüm gerilimlere rağmen bilimsel emek sürecinin kapitalist bir emek süreci niteliğine bürünmesidir. Bilim emekçisine sınıf niteliğini veren, (kendi hakkındaki algısı ve statü beklentisi ne olursa olsun) sınıfın diğer üyeleriyle buluşmasına giden yolun başına doğru onu iten, iş güvencesinin ortadan kalkmasına yol açan da bu dönüşümdür. Ama aynı zamanda uluslararasılaşan bilim ve teknoloji üretimi karşısında uluslararası emek piyasasının güvencesiz bir parçası haline gelmesini sağladığı kadar, bilim üretme süreçlerini belirleyen, yazdığı yayınlara başvuru ücretinden, puan alma ve terfi kriterlerine, araştırma proje ve gündemlerinin belirlenmesine kadar emek sürecini parçalara bölüp denetime alan da bu dönüşümdür. Bilimin üretim süreci, kar elde etme süreciyle bütünleşmekteyken, bu dönüşümün en yakıcı yanı dışındaki yönlerini göz ardı etmek sonuçları ağır bir yanılgı olabilir.

Üniversitelerdeki bilim emekçileri, iş güvencesiz çalıştırılmaya olduğu kadar emek sürecinin kar mekanizmasının denetimine verilmesi gibi dönüşümler karşısında da bütünsel bir yanıt geliştirmelidir. Kapitalizmin bilime dayattığı emek sürecinin alternatifi “bilim” değildir. Bilimin dayandığı toplumsal emek hızla fikri mülkiyet haklarıyla özel mülk haline dönüştürülmekteyken, bilimsel emek süreci de kar denetimi altına alınmaktayken, püripak bir bilimi savunmak olanaklı değildir.

Üniversite, kelime kökeni olarak lonca, meslek birliği anlamına gelen “universitas”tan gelmektedir (Tekeli, 2003). Universitas’ın kökeninde ise “evrensellik”, “bütünlük” bulunmaktadır. Bağımsız öğreticilerin meslek birliği, aynı zamanda bu kurumlaşmada odaklanması gereken bilginin, düşüncenin evrenselliğini ima etmektedir. Bugün evrensel bilgi üretimi, öğretimin kurumları iddiasındaki üniversiteler, başka bir evrensellik iddiası ile sarsılmaktadırlar. Kar güdüsünün evrenselleşmesi amacından başka bir şey olmayan kapitalizm, kar mekanizmasını üniversiter varoluşun dışından değil bizzat içeriden yeniden üretmektedir. Kısacası kendi evrenselliğini ve bütünlüğünü, bilimi üreten zihinsel emeğe dayatmaktadır.[1] Nasıl üretildiği, nasıl dağıtıldığını, nasıl bölüşüldüğünü, bölüşümün nasıl yönetildiğini belirler. Tıpkı bunun gibi bilimin üretimi de kapitalist emek sürecine dönüşürken, bilimi üretenlerin nasıl dağıtıldığı, onun ürünlerinin nasıl bölüşüldüğü, nasıl yönetildiği de kapitalizm tarafından belirlenir. Bilimi üretmede temel rol oynayan kurum olarak özerk bir üniversite, bu emek sürecine tabi kaldığı sürece, sermayenin de isteklerine uygundur ve özerk ve “bilimsel” bir üretim gerçekleştirir. İnsanlığın yararına bir konuyu araştıran, merakının peşindeki bilimci, özerk bir üniversitede bu emek sürecine tabi olarak, gerektiğinde oldukça büyük fonlardan yararlanarak, “bilimsel” bir üretim gerçekleştirebilir. Bu üretimin araçlarının kimde olduğu, emek sürecinin, yayın ve tartışma sürecinin biçimsel olarak nasıl belirlendiği, bilimsel emeğin ürünlerinin piyasada nasıl kullanılacağı, toplumun ihtiyaçlarıyla nasıl uyuşacağı ise bizzat sermaye ilişkisinin kendisince belirlenebilir. Belki bu kavramların gerçek içeriklerini açığa çıkarmak ve bunlara karşı koymak ise bilimi üreten bilim emekçilerine esas sınıf karakterini kazandıran bir basamak, bilimin özgürleşmesi yolunda sahici bir adım olabilir.

Üniversitelerin dönüşümünü açıklama yönündeki kuramsal çabaların en gelişkin önermeleri, bilimin ve eğitimin metalaşması, piyasaya açılması, uluslararası akademik işgücü piyasasının oluşturulmasını kapsamaktadır. Ürünlerin metalaşmasının, bizzat üretim sürecinin kendisinde yaşanan bir değişimin sonucu olduğu göz ardı edilmekte, ya da bu sonuçlar yeterince irdelenmemektedir. Yani metalaşma önermesinin zorunlu sonuçları, çözümlemesi eksik bırakılmakta: bilim üretiminde “üretim araçları”, emek süreci özgül olarak incelenmemektedir. Oysa kapitalist emek süreci tarafından kıskaca alınan bilim üretiminin temel sorunu bu emek sürecinin kapitalizmin kar güdüsü ile olan iç bağıntısıdır. Bilimin üretiminin kapitalist üretim ilişkilerinden muaf olamayacağı açık olsa gerektir. Tam da bunun için, “bilimin ve eğitimin metalaşması” yönündeki önermeler, olgunun betimlenmesi, görünümün adının koyulmasından öteye gitmemektedir. İyi ama, TÜSİAD da, YÖK de rekabet içindeki üniversitelerden, piyasaya açılan, sanayi ile işbirliği yapan, uluslararası alanda işbirliğine giden üniversitelerden, dünya ölçüsündeki standartlarda akademisyen yetiştirmekten bahsederken zaten bunu açıkça söylemektedir. Bu kapitalizmin pervasızlığı değildir sadece… Aksine kapitalist üretim ilişkilerini eleştirenler açısından görünümün ardındaki ilişkilerin henüz açıklanması gereken yönleri olduğuna işaret eder.

Yaşanan dönüşüme bütünsel olarak karşı çıkmak giderek kaçınılmaz hale gelmektedir; tarafsız, sınıflardan azade bir bilimsel üretim yanılsaması bir hayaldir.

Sermaye, bilim üretim sürecini bu kıskaca alarak bir dönüşüm gerçekleştirmektedir. Yaygın kanının aksine bu dönüşüm, “üniversite özerkliği” fikri ile ya da “metalaşma ve özel üniversiteler yüzünden temel bilimsel araştırmaların ya da sosyal araştırmaların yapılamayacağı” önermesi ile çelişki içinde değildir. “Özerk” bir üniversite fikrinin, yayın, puanlama, fikri mülkiyet hakları vb. gibi bilim alanındaki kapitalist işin gerektirdiği kriter ve ilişkiler ile çelişkisi yoktur. Üniversite özerkliği, TÜBİTAK gibi bilimsel kurulların özerkliği, yayın sayısına, puana göre, liyakata göre akademik yükselme, gerçekleşmekte olan bu dönüşüme ters değildir. Bunlar “üniversiter sistemi” korumanın araçları olabilirler ancak kapitalist bilim üretimine karşı koymanın araçları değillerdir, tam aksine bilimdeki gerilimli kapitalist dönüşümün temel araçları arasındadır. TÜSİAD da, Bologna süreci de üniversite özerkliğinden bahsetmektedirler, aynı zamanda üniversite sanayi işbirliğinden, bilim emekçilerinin “kamu çalışanı, memur” kimliğinden çıkıp projelerde istihdam edilen araştırmacılar haline dönüştürülmesini talep etmektedirler. Kısacası “bilim” istemektedirler ama nasıl bir bilim?

Bilimsel çalışmanın ürünü, giderek daha fazla toplumsal birikime, ortaklaşa emeğe dayandığı halde, o kadar toplumdan kopmakta, özel mülkiyet, patent hakkı biçiminde bilim ürününe el koyulmaktadır. Bilim üreticileri de sınıfsal ayrışmayla yüzyüze kalmaktadırlar.
Üniversitede yaşanan dönüşümü, TÜBİTAK gibi kurumlarda yaşanan siyasal skandalların arkaplanında yürümekte olan süreci bilimin ve üniversitelerin “siyasallaşması”, “piyasalaşması” olarak tarif etmek, gelmekte olan büyük dalgayı tanımlamakta ve bu dalganın altında kalacak olan bilim emekçilerinin işçi sınıfının bir parçası olarak konumunu belirlemekte yetersiz kalacaktır.

Bu yazı ilk bölümde üniversitelerdeki dönüşümü kavramsallaştırma çabalarına değinecek, bu dönüşüm ile bilim üretimindeki dönüşüm arasındaki bağlantıyı irdeleyecektir.[2] İkinci bölümde bilim üretiminin kapitalist kar boyunduruğuna alınmasının tarihsel süreci kısaca irdelenecektir. Üçüncü bölümde ise bu kavramsallaştırmanın yarattığı araçlar üzerinden üniversitelerdeki dönüşümün belirli yönleri açıklanacaktır.


Üniversitelerdeki dönüşüm ile bilim ve teknoloji üretimindeki dönüşüm:
1970’lerin kapitalist krizinin ardından sınıf mücadelesinin de geri çekilmesiyle birlikte, emek gücünün yeniden üretimindeki iki temel alan sermaye birikimi açısından önem kazandı; bu temel alanlardaki sınıf kazanımları hızla geri alınmaya başlandı. Çünkü bu iki temel alan, emek gücünün yeniden üretimi, tamiri ve niteliklendirilmesi açısından, sermayenin değerlenmesi, kar yarışında önemli bir alan özelliğini gösteriyorlardı. Teknoloji, kapitalizmin düşen kar oranları karşısında hızlı rekabetinin bir aracı haline geldiği gibi yeni ürünlerin, “yeni ihtiyaçların”, yeni üretim alanlarının sermayenin akacağı yeni dalların hızla yaratılmasını da sağladı. Bu durum, bu alanlara yönelik nitelikli emek gücünün yetiştirilmesi ihtiyacını karşılıklı bir etkileşim içinde artırmıştır.

Sözünü ettiğimiz bu iki temel alan, sağlık ve eğitimdir. Sağlık emek gücünü tamiri açısından önem taşır; ama aynı zamanda hızla tüketim nesnesi haline getirilen ürünlerin, yaratılan yeni ihtiyaçların (yaşlanmayı geciktirme –anti-aging vb., bakım, türeyen hastalıklara karşı koruyucu tedavi olmaktan çok hastalık sonrası iyileşmeye dönük tedavi, genetik ve ilaç sanayi) ürünlerin üretimi açısından da önem taşır. Eğitim ise, emek gücünün niteliklendirilmesi, (eğitimin zorunlu kılınması ve genelleşmesi ile egemen sınıfın ideolojisi, emek terbiyesi ve disiplini gibi) toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi gibi işlevleri bulunuyor.[3] Üniversitedeki dönüşümün nedenlerinden biri, emek gücünün yeniden üretiminde yaşanan bu dönüşüm oluşturmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerde, yeni metalaşma alanları olan üniversiteler aynı zamanda ücretlilerin gelirlerinden alınarak verilen diplomaların yanı sıra, işgüvencesinin olmaması yüzünden genelde işsizliği gizleyen gizli işsiz depolarıdır. Öte yandan, kimi üniversitelerin belirli bilim alanlarında ve teknoloji geliştirme alanlarında yetkinleşmesinde olduğu gibi üniversite sistemi de eş üniversitelerden oluşmamaktadır; aksine üniversiteler içi kademelenme korunmaktadır. Bu kademenin altında kalan ve yaygınlaştırılan “her ile” açılan üniversiteden diploma almak ise, gizli işsizlik deposu haline gelmenin yanı sıra tam da bu işleviyle birlikte nitelik düzeyini genelleştirerek (herkesin dil bilmesi, ortalama vasıf düzeyini yükseltse de toplumsal olarak gerekli emeği düşürür) ortalama ücretlerin düşmesini getirir. Dolayısıyla üniversitelerin bugünkü işlevleri de toplumun çalışan geniş kesimi için farklı iken, nitelikli emek gücünün yaratılması ve bilim-teknoloji üretimi açısından farklı kesimleri kapsamaktadır. Burada üniversitenin merkezi işlevi olarak bilim ve teknoloji üretim süreci ele alınacaktır.

Öğretim ve araştırmayı birleştiren, bugünkü üniversitelerin temeli, Von Humboldt üniversitesi olarak bilinen üniversite kurumunun Almanya’dan başlayarak Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşmasıyla atılmıştı (Tekeli, 2003), (Türel, 2004). Bu üniversitelerin iki işlevi bugüne dek taşınmıştır. Öğretim işlevi; nitelikli emek gücünü yetiştiren, kapitalizmin bugünkü koşullarında gizli işsizlik deposu oluşturan yönünü göstermektedir. Öğretim ve araştırmanın birleştiği, iç içe geçtiği yerde, bilim üretenlerin yetiştirilmesi bulunmaktadır. Araştırma ise, bilim üretenlerin yetiştirilmesini de içermekle birlikte, bilimsel üretimin merkezini oluşturmaktadır.

Bilim üretim sürecindeki dönüşümün sonucunda gerçekleşen üniversitelerdeki esaslı değişimler, temel olarak bu ikinci işlevden başlayarak yaşanmaktadır. İlk bakışta üniversitelerin piyasaya açılması, akademisyenlerin proje bazında çalışması, performansa dayalı değerlendirme, uluslararası ölçütlerde diploma ve eğitim verilmesi, araştırma kriterlerinin, alanlarının, öğretim ve araştırma standartlarının uluslararası ölçekte belirlenmesi olarak gözüken görünümler, daha temel bir değişimin sonuçları olarak üniversitelere yansımaktadır. Daha da kötüsü, bilim üretim sürecinin ana kurumlarından birisi olarak bütün bir üniversiter sistemi dönüştürmektedir. Bu nedenle bilim ve teknoloji üretimindeki dönüşümü değerlendirmek gerekiyor.

Bilim ve Teknoloji üretimindeki Dönüşüm:
Üniversitelerin “özelleştirilmesi”, piyasaya açılması, üniversite eğitiminin özel sermayenin etkinliği altına girmesi, akademisyenlerin uluslararası emek piyasası içinde yer alması olarak bugün çeşitli görünümlerini izlediğimiz bu süreç, bilim üretimindeki temel bir dönüşüme ve bunun tarihsel olarak bugünkü değişimine dayanmaktadır. Bu temel dönüşüm, bilimsel üretimin kapitalist kar mekanizmalarına biçimsel olarak bağlanmasından farklı bir evreyi ifade eden, bilim üretiminin artık içsel olarak kapitalist emek sürecinin ve kar mekanizmasının üretilmesine dönüşmesi yönündeki gerilimli dönüşümdür.

Burada ifade edilen temel dönüşümü, “bilimin meta olması”, “bilimin metalaşması” olarak “kavramsallaştıran” betimlemelerden titizlikle ayırmak gerekiyor. “Bilimin meta haline gelmesi”, yani bilimsel ürünün meta haline gelmesi laboratuarında fedakarca çalışan bilimcinin zanaatkara benzeyen üretiminde gerçekleşmekteydi. O, çoğunlukla buluşunu satıyor, hatta patent alıyordu. Burada bilimcinin ürünü bir metadır, ancak zanaatkara benzeyen bilimcinin emek süreci kendi özerk alanı olarak kendi denetimi altındadır. Kapitalist para sermayesi ile bilimciyi kendi hizmetinde meta üretmeye ancak dışsal olarak bağlayabilir. Bu bilimcinin emeğinin sermaye tarafından biçimsel olarak belirlenmesidir. Sermayenin bilim ile ilişkisi, bu evrede emek süreci ve mekanizması açısından dışsaldır. Oysa bu devir neredeyse 20. yüzyılın başında kapanmıştır! Bilimin metalaştığını hatırlatarak 21. yüzyılı irdelemeye çalışan “kuramsal” önermenin, bir betimlemeden öteye gidememesinin nedeni budur. O devir çoktan geçmiş, kapitalizm epey bir yol almıştır.

Kapitalizmin yirminci yüzyılın başındaki ilk büyük kriziyle birlikte, bilimin emek sürecinin parçalanması ve sermayenin denetimi altına alınma çabası, bilimcinin ücretli emekçiye dönmesi, “icadın bir meslek haline gelmesi”[4] tamamlanmıştır. Hatta bu tarihi kapatan II. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren bu süreç kurumsallaşmış, yaygınlaşmaya başlamıştır.[5] Bilimin endüstrileşmesi olarak adlandırılan bu süreçle ilgili betimlemeleri pek çok yerde görmek olanaklıdır.[6] Ancak bilimsel üretim incelendiğinde, özgüllüğü de hemen göze çarpar. Bilimsel üretimin ürünü, özgül bir metadır, bilimsel emek de özgül bir emekgücüdür. Genel olarak emek gücünün denetim altına alınmasındaki temel direnç kuvveti, sınıfsaldır, emek gücünün biyolojik varlığı, sınırları ve kendinde direncidir. Oysa bilimsel emekte özgül olan yan yaratıcı etkinliğin merkezi yeridir. Metalaştırılması istenen zihinsel emek gücünü, emek miktarını belirleyen etkinlik tümüyle rutinleştirilemez. Bilimsel emek gücü, tümüyle kapitalist emek sürecinin rutinleştirmesine, “rasyonalizasyonu”na tabi olamaz. Bilimsel üretim süreci, bir süreç olarak, parçalara bölünebilir ve ancak kısmen rutinleştirilebilir. Kapitalizmin emek sürecinin tümünü kar amacıyla denetim altına alma çabası, bu nedenle hep sürse bile hiçbir zaman tamamlanamaz. Bu emek süreci, emek gücü açısından özgül sonuçlar doğurur. Ama aynı zamanda bu ikili bölünme, gerilim, emeğin ürününde de su yüzüne çıkar. Burada bilimin metalaştığını söyleyenlerin adım atmadıkları çetin bir soru durmaktadır. Bilimcinin ürünü nasıl bir metadır? Değer kuramı açısından bilim emekçisinin üretimi nasıl kavramsallaştırılır?[7] Dolaşımdan, piyasadan, mübadele ve metadan üretim sürecine inmemenin altında bu güçlükle karşılaşmamak da yatıyor olmalı ya da değer kuramının zaten artık geçerli olmadığını düşünmek!

Ancak verili bir üretim sürecindeki değişimi salt piyasa ve metalaşma terimleri ile ele almaktan öteye gitmemenin daha vahim sonuçları da vardır. Kapitalizmin eleştirisi, değerin nasıl üretildiğiyle değil, artı-değerin nasıl üretildiğiyle esas çekirdeğine ulaşır. Üretimin ürünleri kadar bu ürünlerin nasıl üretildiklerine bakmamak, dönüşümü açıklayamamayı getirmektedir. Kapitalizmin özgüllüğü, meta üretiminde değildir, artı değer üretiminde ve emek gücünün meta haline gelmesindedir yani, üretim sürecindedir. Metalaşma ve piyasalaşma terimleri ile bu dönüşümü tarif etmeye çalışmak bu nedenle sadece bir betimleme olarak kalmaktadır. Dolaşım sürecinden, üretim sürecine yönelmek gerekmektedir.

Bilim üretim sürecinin kendisi bir sanayi üretimi haline gelmiş, bilimci bilim emekçisine dönüşmüşken, 20. yüzyılın başından bu yana birçok kriz üretim ile birlikte bilim üretimini de değiştirmiştir. Temel dönüşüm olan bilim üretiminin kapitalistleşmesini tarihsel bir çerçeveden de ana hatlarıyla değerlendirmek gerekiyor. Üniversitelerde yaşanan sürecin tarihsel alt yapısını da bu değişim oluşturuyor.

Bu tarihsel değişimin burada ancak kabataslak bir izdüşümünü verebiliriz. Bilimin endüstrileşmesi, sanayideki yani üretimdeki daha temel bir gelişime dayanıyordu. 20. yüzyılın ilk büyük krizinin ardından II. Dünya Savaşı ile birlikte üretken sermayenin uluslararasılaşması belirleyicidir; yani üretim uluslararasılaşmaktadır. Bu dönemde bilimin üretim sürecini yukarıdan aşağıya belirleyen önemli bir dönemeç, Vannevar Bush’un 1945’te hazırladığı ve ABD yönetimince resmi politika haline getirilen bilim ve teknoloji raporudur. "Bilim – Sonsuz Sınır" adlı bu rapor, savaş sonrası uluslararası ilişkilerde egemen konuma gelen ABD’nin savaş sırasında bilimsel üretim sürecinden kazandığı deneyimlerin kurumsallaştırılması gibidir. Sadece savaşın deneyimleri arasında yer alan penisilin gibi ilaç sektöründeki bilimsel başarıların ticarileştirilip yaygınlaştırılması önerilmez. Ama aynı zamanda atom bombasını üreten bilim ve teknolojinin yaygınlaştırılıp ticarileştirilmesini, şifreleri çözmek için ya da bombanın menzilini hesaplamak için geliştirilen bilgi işlem makinalarının, otomasyon makinalarının üretim sürecine katılması da önerilir.

“Daha fazla iş yaratmak için yeni, daha iyi ve daha ucuz ürünler yapmayı hedef almalıyız. Yeni, canlı, çok sayıda girişimin ortaya çıkmasını istiyoruz. Ama, yeni ürün ve prosesler tam anlamıyla olgunlaşmış olarak doğmazlar. Onlar, temel bilimsel araştırmalar sonucu ortaya konan yeni ilkeler ve yeni kavramlardan hareketle geliştirilirler. Temel bilimsel araştırma bilimsel sermayedir. Dahası, bu bilimsel sermayenin başlıca kaynağı olarak, artık Avrupa’ya dayanamayız.” (Aktaran Göker, 1998, abç).

Temel bilimsel araştırmalar, üniversite sanayi işbirlikleri devlet tarafından da desteklenecektir. Üniversiteler ve araştırma laboratuarları gibi bilimsel üretim yerleri, sanayi ile işbirliğini kurumsallaştıracaklardır. İlhan Tekeli’nin ve Oktar Türel’in değindiği “multiversite”, eski Harvard rektörü Derek Bok’un tarihsel örnekler verdiği “girişimci üniversite” bu dönemin belirgin kurumudur.

Bilimin endüstrileşmesinin önemli aracı olan bu üniversitelerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra Vannevar Bush’un raporuyla kurumsal olarak belirleyici hale gelmeleri, sanayi işbirliğinin kilit noktaları olmaları ve devlet tarafından desteklenmeleri yeni bir elbirliğine benzemektedir. Adeta, bilim üretimi münifaktürden yeni bir elbirliğine geçirmiştir. Bildiğimiz anlamda bir fabrika olmasa da buna paralel yeni bir elbirliğidir:
“Artık üniversite bir akademisyenler komünitesi olmaktan çıkmış, piyasa güçlerinin etkisi altında şekillenen bir organizasyonlar topluluğu haline gelmiştir. Bu organizasyonlar topluluğunun (şirketler topluluğu diye de okuyabilirsiniz) sosyal ilişkileri büyük ölçüde metalaşmıştır. … Artık bu multiversite, bir programla gelen, … girişimci bir rektör tarafından yönetilecektir” (Tekeli, 2003: 59).

Üretkenlik, rekabet için gerekli olan yeni ürünler, yeni üretim süreçleri aynı zamanda yeri geldiğinde itaatsiz işçinin yerine ikame edilecek ya da onun emek sürecini denetleyecek araçlar, üniversiteler ve araştırma şirketleri aracılığıyla bilim ve teknoloji üretimi tarafından üretilecekti. Bilim üretimi sanayi üretimine ileri geri bağlantılarla daha sıkı bağlanmaktaydı.[8]

1970’li yıllardaki krizin ardından üretken sermayenin uluslararasılaşmasının kendini farklı düzeyde yeniden üretmesi, çok uluslu şirketlerin dünya çapındaki üretim etkinliklerinin yanında araştırma geliştirme etkinliklerini de “yerellikler” de yapmalarını getirdi. Bu sürece bilim üretim sürecinin, Araştırma ve Geliştirme’nin uluslararasılaşması demek yerindedir (Narin, 2008b).[9] Üniversiteler de bu sürecin bir parçası olarak bu dönüşümden payına düşeni almışlardır.

Her ne kadar bu kavramla tanımlanmasa da, Ar-Ge’nin ya da bilimsel üretim sürecinin uluslararasılaşmasının başlangıcı olarak genelde anılan dönüm noktası 1990’lı yıllardır.
2007 yılı OECD Bilim, Teknoloji ve Sanayi Karnesi’nde şunlar söylenmektedir:
“Araştırma dahil, bilimsel-teknolojik faaliyetlerin küreselleşmesinde son zamanlarda hızlı bir artış oldu. Sınır ötesi Ar-Ge projelerinde (BİT sayesinde) artan esneklik, Ar-Ge maliyetlerinin artması, (fikri mülkiyet haklarının güçlendirilmesi ya da Ar-Ge faaliyetlerinin vergilendirilmesi gibi) önemli politika değişiklikleri hep bu eğilimi destekledi. 1995-2005 yılları arasında uluslararası planda ortak yazılan bilimsel yayınlar üç kat arttı. İcatlarda sınır ötesi işbirliği (iki veya daha fazla ülkede bulunan ortak icat sahiplerince alınan patentlerin oranı) dünya çapındaki icatların toplamı içindeki pay olarak yaklaşık iki kata (1991-93 ile 2001-03 arasında %4’ün altından %7’nin üzerine) çıktı” (OECD Science, Technology and Industry Scoreboard, 2007).

Üstelik 2007 tarihli bu karneye göre, araştırmanın odağı “gelişmekte olan ülkelere” de yayılmakta, özel bir yoğunlaşma ise Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika'ya karşı gösterilmektedir. UNCTAD’ın hazırladığı 2006 Dünya Yatırım Raporu’nda da benzer bir eğilimden söz edilmektedir. Rapora göre, 2005’te Güney, Doğu ve Güney doğu Asya’ya Ar-Ge alanında 315 yeni doğrudan yabancı yatırım projesi yönlenmiştir (Dünya Yatırım Raporu 2006, s.56). Bunların beşte dördü Çin ve Hindistan’a yönelmiş durumdadır. Bu şekilde 2005’in sonunda Çin’deki yabancı yatırımlı Ar-Ge merkezlerinin sayısı 750’ye çıkmıştır.
Ar-Ge harcamalarının başını uluslararası şirketler çekmektedir; ancak bu harcamalar sadece erken kapitalistleşmiş ülkelerde yapılmamaktadır. Bunu Ar-Ge harcamaları üzerine yapılan bir haberde görmek olanaklıdır (Referans, 2 Ocak 2006):

Tüm dünyada, özel ve kamu sektörleri tarafından Ar-Ge’ye harcanan toplam meblağ 680 milyar dolar. Bunun yarısına yakını çok uluslu şirketler tarafından harcanmakta. … Ar-Ge şampiyonu şirketlerden her biri, bu alanda yılda 5 milyar dolardan fazla harcıyor. Gelişmekte olan ülkeler arasında ise bu rakamı aşan sadece 4 isim var. Onlar da Çin, Güney Kore, Tayvan ve Brezilya. Ar-Ge’ye büyük yatırım yapan şirketler uzun yıllar bazı Ar-Ge faaliyetlerini merkez ülke dışında sürdürmüşler. Ama yeni olan, Ar-Ge çalışmalarının Avrupa veya Amerika dışında gelişmekte olan ülkelere yöneliyor olması. Örneğin Amerika’daki şirketlerin sadece yüzde 3’ü 1990’ların başında Asya’da Ar-Ge çalışması yürütürken, bugün bu rakam %10’u aşmış. Çok uluslu şirketlerin Ar-Ge’nin outsource edilmesi için 10 yıl önce ayırdıkları bütçe 30 milyar dolar civarındayken bu rakamın bugün ikiye katlanarak 70 milyar doların üzerine çıkmış olduğu tahmin ediliyor.

UNCTAD’ın 2006 Yatırım Raporu kapsamında 300 büyük şirketle yapılan bir anket sonucunda, yanıtlayan 69 şirketten %67’sinin, Ar-Ge çalışmalarını gittikçe daha fazla başka ülkelere “outsource” etmeye hazırlandıkları ortaya çıkmıştır. Ar-Ge’yi kendi ülkelerinde tutmayı planlayanların oranı ise %2’dir.

1990’lı yıllardan beri yapılan pek çok akademik araştırma da uluslararası Ar-Ge etkinliklerinin önemli oranda arttığını ileri sürmektedir (Dunning, 1994; Cantwell, 1995; Cincera, Van Pottelsberghe vd., 2006; Edler, 2004). Üstelik tüm olgular Ar-Ge’nin dünya üzerinde yayıldığını göstermektedir. Süregiden tek tartışma, çokuluslu şirketlerin Ar-Ge etkinliklerinin ağırlıklı kısmının ana ülkede olup olmadığı üzerinedir. Bu tartışma, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının üretken sermayenin uluslararasılaşmasının ileri boyutunun bir sonucu olduğunu, kesinlikle bundan ayrı ve özgül bir durum olmadığını göstermekle kalmamaktadır. Aynı zamanda tıpkı üretken sermayenin uluslararasılaşmasının eşitsiz ve hiyerarşik doğası gibi, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının da bu niteliklere sahip olduğunu göstermektedir.
Ar-Ge’nin 1990 sonrası uluslararasılaşması, bu dönemdeki belirli koşulların oluşmasına ve belirli sınırlara bağlıdır. Uluslararasılaşan üretken sermayenin ’70 krizinin ardından azalan kar oranları karşısında dünya pazarlarında yükselen rekabetin bir gereği olarak Ar-Ge çalışmalarını yoğunlaştırması, koşullardan birini oluşturmaktadır. Diğer bir koşul Bilgiişlem ve İletişim teknolojilerinde bu dönemde çok hızlı ve güçlü biçimde yaşanan uluslararası alana yayılma ve etkinlik kazanmadır. Ayrıca ulaşım ve uluslararası ticaretin olanaklarının artması, dünya ticaretin bu dönem içinde krizlere rağmen hacim olarak büyümesi etkenlerden diğerlerini oluşturmaktadır. GATTS ve TRİPS gibi uluslararası düzenlemeler sayesinde fikri mülkiyet “hak”larına dair hukuksal düzenlemelerin yapılması, patent hakları ve kurumlarının yerleşmesi, standartlaşmanın kurumsal düzenlemesi olan standart tespit kurumlarının kurulması Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının koşulları arasındadır.

Öte yandan Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının konumuz açısından en önemli koşullarından biri, gerekli nitelikli emek gücü havuzunun yaratılması ve Ar-Ge teşviklerine dair düzenlemelerin yapılmış olmasıdır. Birinci koşul, üniversitelerdeki bilim emekçilerinin ve bilim üretim sürecinin durumunu belirlemektedir. İkinci koşul ise üniversite sanayi işbirliğinin hızlanmasını getirmektedir.

Ar-Ge’nin dünya çapında böyle yayılması ve önem kazanması, devletlerin Ar-Ge teşvikleri, fikri mülkiyet haklarına dair yaptıkları düzenlemeler göz önünde bulundurulursa, üniversitelerin de “dönüştürülmesi” kaçınılmaz olmaktadır.

Üniversitelerde önce araştırma işlevinin sonra da eğitim işlevinin giderek metalaştırılması bu temel dönüşüm ile birlikte hız kazanmıştır.[10] Üniversiteler sadece nitelikli emek gücünün (ister bilimci olsun ister uygulamalı bilim emekçisi, mühendis olsun) yaratılması için eğitim mekanları değil aynı zamanda araştırma geliştirme etkinliğinin bizzat kendisinin temel mekanları arasındadır. Dolayısıyla üniversitelerin dönüşümü salt “siyasal oyun” değil, aynı zamanda sermaye birikiminin köklü ve yapısal bir ihtiyacına karşılık gelmektedir. Bilim üretiminde uluslararası nitelikli emek gücünün, üretimin ve Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının ihtiyaçlarına göre yeniden üretilmesi ve yapılandırılması… Ar-Ge teşvikleri, fikri mülkiyet hakları, patent yasaları, üniversite sanayi işbirliğine dair düzenlemeler, üniversitelerin dönüşümünde yapısal diğer parçaları oluşturmaktadır.

Zaten Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasına eşlik eder biçimde, ülkelerin teknoloji politikalarını, bu politikaları oluşturan kurumları, standart tespit kurumlarını geliştirme, izleme yönünde uluslararası anlaşmalar da yürürlüğe girmeye başlamıştır. Ar-Ge teşvikleri ve sanayi işbirlikleri ile Türkiye’de de İTÜ, ODTÜ gibi üniversitelerde Araştırma merkezleri kurulmuş, Teknoloji geliştirme merkezleri, teknokentler ve teknoparklar üniversitelerdeki bilimsel emek gücünün de katılmasıyla işlerliğe sokulmuşlardır. Örneğin 1996-2005 arasında ihracatta ve üretimde çok hızlı gelişen Otomotiv sektörü İTÜ’de araştırma laboratuarı kurmuş, Ar-Ge projeleri yürütmüştür (Narin, 2008b).

Tüm bunlar da göstermektedir ki, bilim ve teknoloji üretimini gerçekleştirdiği kadar sanayinin de gerek duyduğu nitelikli emek gücünü eğitecek olan üniversite ve eğitim kurumlarının uluslararası düzeyde standartlara kavuşturulması, diplomalarının, derslerinin ortak standartlarla ölçülmesi yönündeki girişimler (örn. Bologna süreci, Avrupa Yüksek Öğretim Alanı, Avrupa Yeterlik Çerçevesi vb.) bilim üretimindeki ve emek gücünün yeniden üretimindeki ihtiyaçları karşılayabilmek içindir.

Üniversitelerdeki dönüşüme, bilim üretimindeki dönüşüm perspektifinden bakıldığında belirli önermelerin, sermaye birikiminin bilim üretimine yönelik duyduğu ihtiyaçlara ters değil aksine aslında paralel olduğu görülecektir.

1. Üniversiteler özerk olursa bilim yapılabilir. Özerklik kaldırılır, siyasallaştırılırsa bilim yapılamaz. Bu durumda bilim cendereye sokulacaktır.
Kapitalist bilimsel emek süreci için siyasal kadrolaşma değil, liyakat esas olmak zorundadır. Bilimsel emek sürecini de gerçek boyunduruk altına alan sermaye için daha fazla “yazıyor”, yayın yapıyor[11], kongrelere gidiyor, sosyal[12] da olsa projeler yapıyorsanız korkmanızın bir sebebi yoktur. Herhalde Amerika'da, Almanya'da, usta çırak ilişkisi yerine performansa dayalı, siki denetlenen emek surecine bağlı, proje bazında sürekli "üreten", üstelik bunu yaptıkları surece de fonlanabilecek asistanlara, öğretim üyelerine sahip olması, fikri mülkiyet hakları çerçevesinde "üreten" fabrikalar olması sistemin de gittiği bir yon gibi gözüküyor. TÜSİAD 2008 yılında hazırladığı raporda, YÖK’ün ayrıntılı düzenlemelerinin, üniversite özerkliğine müdahale eder düzeyde olduğunu belirtmektedir. TÜSİAD’a göre üniversitelere “tek tip elbise” giydirilmeye çalışılmaktadır (TÜSİAD, 2008). Ona göre, YÖK’ün bu tür düzenlemeleri, “çeşitliliğin geliştirilmesine olanak sağlamamaktadır”. Görüldüğü gibi bilim üretim sürecinin kapitalistleşmesiyle, özerklik arasında bir çelişki yoktur aksine bundan sonraki maddede görebileceğimiz gibi süreklilik ve birbirini tamamlayıcılık vardır.

2- Üniversitelerde piyasaya teslim edilirse, kar amacı dışındaki konularda kim bilimsel araştırma yapacak?
Vannevar Bush’un 1945 tarihli, bilim üretim sürecinde dönüm noktası olan raporu, hakim olmaya başlayan üretim sürecinin temel karakterinin adını koyup, fiili bir politika haline çevirirken ana fikirlerinden birisi temel araştırmaların desteklenmesi idi. Teknoloji üzerine epey yüklü bir yazın bulunmaktadır ve bu yazının özellikle ortaklaştığı ve vurguladığı noktalardan birisi, kapitalistlerin tek tek kendilerine bırakılacak bir araştırma gündeminin yanında ve ötesinde genel olarak üstlenilecek bir temel araştırma, teknoloji kuluçkaları oluşturma gündeminin olması gerektiğidir. Bu vurguya bakılırsa CERN’de Higgs bozonu üzerine yapılan araştırmanın ABD’de de bir yarış halinde yürütülmeye çalışılması nafiledir. Tek tek bireysel kapitalistlerin hiçbirinin dolaysız ihtiyacını oluşturmayan bu araştırmaya boşuna para ayrılmaktadır. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Aksine sermaye birikimi, bireysel sermayelerin ötesinde genel olarak sermayenin ihtiyaçlarını da gözeten, temel araştırmaların yapılması yönünde eğilim göstermektedir. Bunu yeni ürünler üretmek, yeniliklerin olasılıklarını artırmak, bu yenilikleri geliştirecek küçük ama nitelikli şirketlerle birleşmek ya da bunları yutarak kar oranlarını yükseltmek gibi bir çabayla yapmaktadır. Bu tür temel araştırmaların içine Erik Olin Wright’ın ABD üniversitelerinde sınıf yapısı ve dağılımına yönelik yürüttüğü araştırmalar yani sosyal araştırmalar da girmektedir. Ortak bilim kurulları ve fonlar, bu çalışma ve araştırmalara da fon sağlamakta, destek vermektedir. Sermaye, “kar amacı dışındaki konular”ın her an kar amacı döngüsüne dahil edilebileceğini çok iyi bilmektedir ve hiçbir konuyu bu döngüden yüce görmemektedir.
Bu durumda bilimin özgürleşmesinin kaderi ile kapitalizmin bilimi boyunduruk altına alma çabasına karşı bilim emekçilerinin çıkış yolları birleşmektedir. Özerklik ya da bilimin kendinden menkul bir alternatif olacağı söylemi bu çıkış yollarından değildir. Bilimsel emek gücü de güvencesizleşirken, tepkisi statü kaygısıyla, “eğreti bilimci olur mu?” demek olamaz. Tıpkı diğer emekçiler gibi bilimin üretim süreci de parçalara ayrılarak güvencesizleştirilmektedir. Çünkü kapitalizm bilimi de ayrı görmemektedir. Bilimsel üretimde meta ilişkileri ile kapitalist ilişkilerin hakimiyeti ağırlığını hissettirirken, bilim emekçileri de bir ayrışma yaşamak zorundadır. Bilim emekçilerinin kaderi de diğer emekçilerle birleşmektedir.
***
Bilimci Yaratıcı Olmalı, Hayalleri Zorlamalıdır Ancak Hayalci Olmamalıdır!
Sınıflı Toplum Bilimin Özgürleşmesinin Önünde Engeldir
“Eleştiri, zinciri örten hayali çiçekleri kopardı. Ama bunu, insanın o zinciri, düşleri ve umutları olmadan taşıması için yapmadı. Aksine bu zincirleri koparsın atsın ve yaşam dolu çiçekleri toplasın diye yaptı”(Marks, 1844)

Bilimin temel itici gücü, bilimcinin doğaya, evrene, toplumsal evrene, canlı ve cansızın evrenine yönelik merakı olsa gerek. İnsanlığın, doğa ve evren karşısında heyecan duymasından, merak etmesinden, us yürütmesinden daha insanca bir şey olamaz. Ancak bilimin evrenselliği karşısında bir başka evrensellik kendisini dayatır ve meydan okurken, bilimin halelerini yıkmak, toplumun sınıflı bir toplum olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Eleştiri, zinciri örten hayali çiçekleri koparmalıdır. Merak etme duygusunu, düş gücünü öldürmek için değil… Aksine bunların hayallere dönüşüp, gerçeği karartmasını engellemek için… Bilim üretim süreci kapitalistleşmektedir, bilimsel emek süreci parçalanmakta, kapitalist denetim altına alınmaktadır. Bilimci de bu süreçten muaf değildir. Saf haliyle merak, doğaya, biyolojik, jeolojik ve toplumsal evrene dair duyulan doyumsuz merak duygusu, sınıflı toplumların gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır!

Başvuru:

ABD (1945). Science - The Endless Frontier, Temmuz 1945, Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Bürosu Müdürü Vannevar Bush tarafından ABD Başkanı Roosevelt için hazırlanan rapor, Kaynak: http://inovasyon.org/, İndirilme tarihi: Kasım 2007.

Alpkaya, F., Ercan, F., Mıhçı, H., Önder, İ.,Özuğurlu, M., Özbudun, S., Demirer, T. (Haz.) (1999) Eğitim: Ne için? Üniversite: Nasıl? YÖK: Nereye?, Öğretim Elemanları Sendikası,
Ütopya yayınları, No 13, Ankara, 1999.

Ansal, H.(1985). Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri. 11.Tez. (1):152-171. (1985b). Değişik Perspektiflerden Teknoloji. İktisat Dergisi. (246): 19-24.

Bok, Derek (2007), Piyasa Ortamında Üniversiteler, Yüksek Öğretimin Ticarileşmesi, Çev: Barış Yıldırım, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları: İstanbul.

Buğra, A. (1985). İktisat Yazınında Teknoloji. İktisat Dergisi. (246), 25-34.

Cantwell, J. (1995), “The Globalisation of Technology: What Remains of The Product Life Cycle Model”, Cambridge Journal of Economics, 19 (1) : 155–174.

Cincera, Michele; Bruno Van Pottelsberghe ve Reinhilde Veugelers (2006) Assessing the foreign control of production of technology: The case of a small open economy, Scientometrics, Vol. 66, No. 3 (2006) 493–512.

Dunning, J. H. (1994), Multinational enterprises and the globalization of innovatory capacity, Research Policy, 23 : 67–88.
Dünya Yatırım Raporu, 2006

Edis Şahin, Yeşim ve Ayça Erşen (2006) “Bilimin Ekonomipolitiği”,8-10 Eylül 2006, Karaburun Bilim Kongresi’ne yapılan sunuş. Ayrıca Bilim ve İktidar içinde, Haz: Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu, Dipnot yay: Ankara, s. 183-193.

Edler, Jakob (2004) “International research strategies of multinational corporations: A German perspective”, Technological Forecasting & Social Change 71 (2004) 599–621.

Ercan, Fuat (1998a) “Eğitimin Metalaşması ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de Eğitim”, İktisat Dergisi, Sayı 376, s. 46-58.

(1998b) Eğitim ve Kapitalizm, Neoliberal Eğitim Ekonomisinin Eleştirisi, İstanbul: ÖES-Bilim Yayınları.

(1999) ) “Neo-liberal Eğitim Ekonomisi: Eleştirel bir Çerçeve Denemesi”, Eğitim: Ne için? Üniversite: Nasıl? YÖK: Nereye?, Haz. Alpkaya vd. içinde, s. 49-94.

Freeman, C. ve L. Soete. (2003). Yenilik İktisadı. Çev: E. Türkcan. Ankara: TÜBİTAK.

McClellan, J. E. ve Harold Dorn (2006), Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, Çev: Haydar Yalçın, Arkadaş Yayınları: Ankara.

Göker, Aykut (1998), “ ‘Küreselleşme’ Sürecinde Niçin Bilim ve Teknoloji Politikası; Niçin Ulusal?”, Toplum ve Bilim, Yaz 1998, sayı 77.

Johnson, B. (2003) “The Drain-O of Higher Education: Casual Labor and University Teaching”, Steal This University… Johnson vd. (Haz.) içinde, s. 61-80.

Johnson, B.; Kavanagh, P. ve K. Mattson (Haz.) (2003) Steal This University: The Rise of The Corporate University and The Academic Labor Movement, Routledge: New York.

Marks, Karl (1953) Grundrisse Der Kritik Der Politischen Ökonomie (Rohentwurf) 1857-1858, Berlin: Dietz Verlag.
(1979). Grundrisse. Çev: Sevan Nişanyan. İstanbul: Birikim.

Narin, Özgür (2006) “Bilim ile İktidar Arasındaki İlişkinin Çözümlenmesinde ‘Eski’ Bir Ayrıma Başvurulabilir mi? Bilimin ‘Gerçek Boyunduruk Altına Alınışı’”, 8-10 Eylül 2006, Karaburun Bilim Kongresi’ne yapılan sunuş. Ayrıca Bilim ve İktidar içinde, Haz: Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu, Dipnot yay: Ankara, s. 210-232.

(2008a) “Kapitalizm ve Bilimin Üretimi: Bilimsel Emek Sürecindeki Dönüşüm”, İktisat Dergisi, Sayı: 494–495, Mart-Nisan 2008, s. 25–39.

(2008b) “Teknolojik Değişim: Türkiye’de Üretim Araçları Üretimi (1996 – 2005)”, yayınlanmamış doktora tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kalkınma İktisadı ve İktisadi Büyüme Bilim Dalı, Ekim 2008, İstanbul.

Nelson, Carry ve Stephen Watt (2004) Office Hours: Activism and Change in the Academy, Routledge: NY.

Noble, D. (2003) “Digital Diploma Mills”, Steal This University… Johnson vd. (Haz.) içinde, s. 33-48.

OECD Science, Technology and Industry Scoreboard, 2007

Selçuk, Güven (2006) “Emek gücünün ve Üretim İlişkilerinin Yeniden Üretimi Bağlamında Eğitimin ve Bilimin İdeolojik İşlevleri”,8-10 Eylül 2006, Karaburun Bilim Kongresi’ne yapılan sunuş. Ayrıca Bilim ve İktidar içinde, Haz: Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu, Dipnot yay: Ankara, s. 194-209.

Tanguay, D. M. (2003) “Inefficient Efficiency: A Critique of Merit Pay”, Steal This University… Johnson vd. (Haz.) içinde, s. 49-60.

Tekeli, İlhan (2003). Eğitim Üzerine Düşünmek. Ankara: Tübitak Matbaası.

Türel, Oktar (2004) “Türkiye`de Yükseköğretimin (Yeniden) Kurumsallaşması Üzerine Düşünceler”, Mülkiye, c. 28, sayı 242 (Kış 2004), s. 151-180.

TÜSİAD (2008) “Türkiye'de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar”, Ekim 2008, Yayın No. TÜSİAD-T/2008-10/473.

Uzunyayla, Ferda (2007) Avrupa Birliği’ne Giriş Sürecinde Eğitim Ve İstihdam
Politikaları, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kalkınma İktisadı ve İktisadi Büyüme Bilim Dalı, İstanbul.

[1] “Sermayeye dayalı üretim, o halde, bir yandan evrensel üretkenliği —artık-emeği, değer-yaratıcı emeği— yaratırken, bir yandan da doğanın ve in­sanın tüm özelliklerinin sonuna kadar işletilip kulla­nıldığı bir evrensel yararlanma sistemini yaratır; sis­temin taşıyıcısı olarak bilimden, tıpkı tüm fiziksel ve manevi değerlerden yararlanıldığı gibi ya­rarlanılırken, bu toplumsal üretim ve mübadele çemberinin dışında hiçbir şey kendinde yüce, kendisi için değeri olan şeyler olarak görülmez” (Marks, 1979: 447-48; a.b.ç.; Almanca -1953, s.313- baskıdan düzeltilmiştir). Kuşkusuz kapitalizmin her şeyi sömürü sistemi içine katması, “evrenselleşmesi”ne en büyük direnç, sınıf mücadelesinden gelir. Sermaye, emek gücü ile antagonistik karşıtlık içindedir, ama ortadan kalktığında kendisi de kalkacağı için yok edemediği canlı emeği, yaratıcı etkinliği soğurarak, onu “sınır”layarak var olabilir.

[2] Bu yüzden yazıda, başlı başına üniversitelerdeki dönüşümün dünyadaki ve Türkiye’deki tarihini aktarmak, dönüm noktaları belirlemek gibi bir uğraşa girilmeyecektir. Bunun için pek çok değerli çalışmanın yanında şu kaynaklara başvurulabilir: Von Humboldt türü üniversite anlayışından “girişimci” üniversite anlayışına değişimin Harvard eski rektörlerinden eleştirel bir betimlemesi için Derek (2007), Tekeli (2003) özellikle s.51-63, Türel (2004), Ercan (1998a, 1998b, 1999), (Edis Şahin ve Erşen, 2006),

[3] Konumuz açısından emek gücünün yeniden üretiminin, daha az önemsiz olmayan diğer yönlerine yani ideolojik ve politik yönlerine daha ayrıntılı giremiyoruz. Bu konuda bkz. (Selçuk, 2006: 201).

[4] “İcat o zaman bir meslek niteliğini kazanır ve bilimin bizzat dolaysız üretime uygulanması, onu belirleyen ve teşvik eden bir bakış açısı haline gelir” (Marks, 1979: 650).

[5] Dünyadaki ilk atom bombasının yapılması (ve belki de Nagazaki’de kullanılmasıyla) sonuçlanan Manhattan projesi, bilimin emek sürecinin parçalanmasında bir “bilim manifaktürü” olarak önemli bir geçiş aşamasını oluşturmaktadır. Manhattan projesi ve Nagazaki’ye atılan bomba, kapitalist toplumda bilimin “yaldızlarını” ortadan kaldıran en önemli gelişmelerdir (Narin, 2006). Von Humboldt Üniversitesi ve araştırma laboratuarları, bilimi “artizanlık” (Tekeli, 2003) döneminden çıkartan dönüm noktasıysa, Manhattan Projesi belki de son bilim manifaktürü olabilir. Bilim üretim süreci de bu tarihlerden sonra manifaktürden daha ileri bir elbirliği (cooperation) dönemine girmiştir.

[6] Sadece birkaç örnek: (McClellan ve Dorn, 2006), (Ansal, 1985, 1985b), (Buğra, 1985), (Freeman ve Soete, 2003).

[7] Bilimsel emeğin özgül karakteri ile bu karakterin yarattığı sınır durumun daha ayrıntılı bir açıklaması için bkz. Narin (2008a) ve Narin (2008b, özellikle 2. Bölüm).

[8] “Üniversiteler dünyayla birilikte değiştiler. Artık büyük iş dünyası ile gizli gizli iş çevirmiyorlar, giderek onlarla özdeş hale geliyorlar” (Johnson vd., 2003: 12). 1980 sonrası üniversitelerin başına gelen en büyük değişim, “kampüsün, önemli bir sermaye birikim mekanı haline gelmesidir. Bunun sonucu entelektüel etkinliğin entelektüel sermayeye, böylelikle de entelektüel mülkiyete sistemli biçimde dönüştürülmesidir” (Noble, 2003: 34).

[9] Bilimin evrensel olduğu söylenegelmiştir. Bilimin evrensel karakteri ile bilimsel üretim sürecinin (Ar-Ge) uluslararasılaşması çelişkili değil midir? Bu çelişki gerçekte genel toplumsal aklın, toplumsal emeğin bir birikimi olan bilim ile bu bilimin ürünlerinin mülk edinilmesi arasındaki çelişkidir. Genel emek, yani zihinsel bilim emeği toplumsallaşmış iken, bu zihinsel emeğin ürünleri metalaşmakta, özel mülk edinilmektedir.

[10] David Noble (2003) üniversitelerdeki bu dönüşümün iki genel evresi olduğunu söyler: İlki, 20 yıldan fazla bir süre önce başlamış ve hala devam etmekte olan, bilim ve mühendislik bilgisini, piyasada alınıp satılabilen, ticari olarak uygulanabilir mülk haline gelip tescil edilebilir ürünlere dönüştürerek üniversitenin araştırma işlevinin metalaşmasını gerektiren evredir. Şimdi tanık olmakta olduğumuz ikincisi, derslerin kredili derslere, öğretim etkinliğinin kendisinin ticari olarak piyasada alınıp satılabilir, mülk edinilip tescil edilebilen ürünlere dönüştüğü, üniversitenin eğitim işlevinin metalaşmasının gerektirmektedir. Noble’a göre ABD’de, ilk evrede üniversiteler patent ve kısıtlayıcı lisansların üretim ve satışının mekanı haline geldiler. İkincisinde ise, telif hakkına sahip videolar, ders malzemeleri, CD’ler ve internet sitelerinin üretim (ve temel pazarı) mekanları haline geldiler. Bu özellikler bize çok yabancı gibi gelseler de bu yanıltıcı görünüşe aldanmamalı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi ve Açıköğretim programının gelişimi, birçok üniversitede uzaktan eğitim programının gelişimi şimdiden bu doğrultuda katedilen yolu çok iyi göstermektedir.

[11] “Yayın yap ya da yok ol!” Doktoralı bir akademisyen, uzun vadeli akademik iş elde edebilmenin tek yolunun bu olduğunu söylemektedir (Johnson, 2003: 70), (Tekeli, 2003: 66). Öyle olabilir peki ama ya, diğer öğretim görevlilerinin de buna göre davrandığı, yayın sayısı ve akademik kriter karşılıklarının balon gibi şiştiği bir dünyada, akademisyenleri büyük olasılıkla hangi gelecek beklemektedir: Johnson’ın dediği gibi “çıraklık” aşamasının bitmesinden sonra bile, iş güvencesinin, sağlık güvencesinin olmadığı, “gülünç” maaşlarla çalışma beklemektedir. Tekeli’nin dediği gibi, ikinci sonucu da “kötü bilginin iyi bilgiyi kovması”dır (2003: 66).

[12] Buradaki “sosyal”in “sivil toplum”a denk düştüğünü vurgulamak gerekiyor. Yoksulluk ve gelir dağılımı üzerine bir proje sadaka ekonomisini beslediği, buna veri ve araç oluşturduğu sürece ya da kentsel dönüşüm üzerine bir proje yeni rant alanlarının sosyal tepkiyi asgarileştirerek yaratılmasına veri oluşturduğu sürece bilim üretim sürecinin verimli bir “çıktısı” olabilir.

*Samsun Tabip Odası "Hekim Kültür" dergisinde de yayınlanmıştır.
www.sendika.org adresinden alınmıştır.

Bologna süreci bütünün parçası

21.12.2009 Evrensel
1999’DA yapılan toplantıyla gündeme gelen, ardından birçok toplantıda yol haritası daha da belirginleşen Bologna süreci, Türkiye’de tartışılmaya devam ediyor.
1999’da yapılan toplantıyla gündeme gelen, ardından birçok toplantıda yol haritası daha da belirginleşen Bologna süreci, Türkiye’de tartışılmaya devam ediyor. Avrupa’daki öğrenci eylemleri ve üniversite işgalleriyle tekrar gündeme gelen Bologna süreci, Türkiye üniversitelerinde de gündemin üst sıralara çıkıyor. Konuyla ilgili Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Kampüsü Ihlamur Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen panele, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Prof. Dr. Fatma Gök, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden Prof. Dr. Işıl Ünal ve Kocaeli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Aslı Kayhan katıldı.
‘ŞİRKETLER İÇİN’
Panelde ilk konuşmayı yapan Prof. Dr. Işıl Ünal, neoliberal politikaların uygulanmaya başlanmasıyla, kapitalizmin yüksek eğitimden beklentilerinin değiştiğini vurguladı. “Bu süreçle birlikte üniversiteler, sistemin istediği bilgileri ve emek gücünü yetiştiren ve bunu piyasa koşullarına göre yapan dev bir fabrikaya haline dönüşüyorlar” diyen Ünal, gelinen son noktayı ise şöyle açıkladı: “Eğer siz üreteceğiniz bilimsel bilgi yararlıysa üretiyorsunuz, kimin için yararlıysa, şirketler için yararlıysa.”
‘NEDEN’ SORUSU SORULMUYOR
Daha sonra konuşan Prof. Dr. Fatma Gök, “Türkiye olarak bu sürece neden katılıyoruz? Neden entegre oluyoruz” sorularının hiç sorulmadığına dikkat çekti. Bologna süreciyle birlikte Avrupa’nın kendini ve eğitim sürecini modernleştirip dünyada rekabet edebilir hale getirmek istediğini vurgulayan Gök, bunun nedeninin ise Amerikan üniversitelerinin dünyadaki yerinin diğer üniversitelerden çok ileride olması olduğunu söyledi. Gök, yaşanan süreçle birlikte eğitimin ürün, araştırmacının üretici, öğrencinin ise müşteri haline getirildiğini belirtti.
Son olarak söz alan Felsefe Bölüm Başkanı Sinan Özbek ise Bologna sürecinin Türkiye’ye uygulanamayacağını, çünkü üniversitelere paydaş yapılmak istenenlerin Türkiye’de zaten kendi üniversiteleri olduğunu aktardı. (Kocaeli/EVRENSEL)

30 Kasım 2009

Kocaeli Üniversitesi'nde Bologna Süreci Masaya Yatırılıyor.


1 Nisan 2009

Avrupa Üniversiteleri ve Bologna Süreci

Aşağıdaki yazı ODTÜ İktisat Bölümü Emekli Öğretim Üyesi Prof.Dr. Oktar Türel'in "Türkiye’de Yükseköğretimin (Yeniden) Kurumsallaşması Üzerine Düşünceler" adlı çalışmasının bir bölümünü oluşturmaktadır.Yazının tümünü okumak için tıklayın.

...
3. AVRUPA ÜNİVERSİTELERİ VE BOLOGNA SÜRECİ

3.1. 1988’de Bologna’da toplanan bir grup Avrupa üniversitesi rektörü, sonradan Magna Charta Universitatum adıyla anılacak bir deklarasyonda şu temel ilkeleri vurgulamışlardır:

(i) Üniversite yaptığı araştırmalarda ve öğretimde tüm siyasal otoriteden ve ekonomik güçlerden bağımsız olmalıdır;

(ii) Üniversitelerde öğretim ve araştırma birlikte yürütülmelidir;

(iii) Üniversite hoşgörüsüzlüğü kabul etmez, diyaloga ve bilgiyi paylaşmaya açıktır;

(iv) Üniversite evrensel bilgiyi gerçekleştirme yükümlülüğünü yerine getirebilmek için coğrafi ve siyasal sınırları aşar.

Bu temel ilkeleri gerçekleştirmek üzere, Avrupa üniversitelerinin karşılıklı bilgi ve belge değişimi, öğretim üyesi ve öğrenciler arasındaki serbest dolaşım, ulusal diplomalara karşı önyargısız sınavlar, ünvanlar ve eşit statüler konusunda genel bir politika belirlenmesi gibi araçlardan yararlanmaları salık verilmiştir.

a. Bu başlangıçtan yola çıkan Avrupa eğitim, bilim ve kültür bakanları Mayıs 1998’de Sorbonne, Haziran 1999’da Bologna Deklarasyonları ile rektörler düzeyindeki niyetleri siyasal bir irade beyanı düzeyine taşımışlardır. Sınırlı katılımlı Sorbonne Deklarasyonu Avrupa Yüksek Öğretim Alanı (AYÖA)’nın yaratılmasını Avrupalı yurttaşların hareketliliği ve istihdam edilebilirliğini artırmanın ve kıtanın genel gelişmesinin kilit unsuru olarak vurgularken, [1] geniş katılımlı Bologna Deklarasyonu da Avrupa yüksek öğretiminde daha üst düzeyde uyumluluk ve kıyaslanabilirliğin önemine değinmekte, Avrupa yükseköğretiminde uluslararası rekabet gücünü artırmanın gerekliliğini kaydetmekte, AYÖA’nın kurulabilmesi için şu amaçlara 2010 yılına kadar ulaşılmasını gerekli görmektedir:

(i) Eğitilenlere kolay tanınabilir ve kıyaslanabilir diplomalar verilmesi;

(ii) Lisans ve lisans üstü eğitim için süre standartları konulması;

(iii) Yaygın öğrenci hareketliliğini özendirmek üzere ortak bir ders kredisi sisteminin oluşturulması;

(iv) Öğrenciler öğretim elemanları ve idari personelin diğer Avrupa ülkelerindeki öğrenim, araştırma ve eğitim faaliyetlerinin özendirilmesi ve tanınması;

(v) Kalite güvencesi için işbirliğinin geliştirilmesi;

(vi) Yüksek öğretimin Avrupalı boyutlarının program geliştirme, kurumlar arası işbirliği, inceleme / araştırma / eğitim bütünleşik programları yoluyla zenginleştirilmesi.

29 Avrupalı bilim, eğitim ve kültür bakanı bu amaçlara ulaşmayı ve Bologna Deklarasyonu ile taahhüt ve bu taahhütlerinde kültür, dil ve ulusal eğitim sistemi farklılıklarına ve üniversite otonomisine saygılı davranacaklarını teyid etmişlerdir. 1999 Bologna Deklarasyonu ile başlayan adımlar, bu tarihten sonraki AB belgelerinde “Bologna Süreci” olarak anılmaya başlanmıştır.

b. Aynı kentte ilân edilmiş olmaları dolayısiyle Bologna Deklarasyonu’nu Magna Charta’nın Avrupa siyaset düzlemindeki uzantısı ve teyidi saymak yanlış olur. Her ne kadar bu iki belgenin lâfzı ile belgelere katkıda bulunan birey ve kurumlarda örtüşmeler varsa da, 1999 Bologna Deklarasyonu ve onu izleyen AB kararları, AB’nin üniversitelere bakışında nitelik açısından önemli bir kırılmayı ve Avrupa üniversitelerini yeniden yönlendirme kararlılığını simgelemektedir. Magna Charta’da bilimsel ve mali özerklik ile bilginin evrensel dolaşımı ve paylaşımı üzerindeki vurgu, bundan sonra AB’nin eğitim alanında da gerçek bir birlik oluşturması ve siyasal ve ekonomik gücünü bu yoldan da pekiştirmesi üzerine konulacaktır. [2]

3.3. Bologna Deklarasyonu’nu izleyen önemli bir adım Mart 2000’deki Lizbon Avrupa Konseyi Başkanlık kararının eğitime ilişkin maddeleri ile atılmıştır. Avrupa Birliği’nin “küreselleşme ve bilgi-ile-güdülen (knowledge-driven) ekonominin yol açtığı büyük çaplı bir....meydan okuma” ile karşılaştığını belirten Konsey Başkanlık Kararı’nın 5. maddesinde şu satırlar yer almaktadır: “Birlik, bugün kendisine gelecek on yıl için yeni bir stratejik amaç seçmiştir: Dünyanın en rekabetçi ve dinamik, sürdürülebilir büyümeyi, daha fazla ve daha iyi iş imkânlarını ve daha fazla toplumsal birlikteliği (cohesion) sağlama kapasitesine sahip bilgiye-dayalı ekonomisi olmak.” Bu amaçla Avrupa Araştırma Alanı’nı oluşturmak için gerekli adımların atılacağı da alınan kararlar arasındadır (Md. 12-13). Stokholm (Mart 2001) ve Barselona (Mart 2002) Avrupa Konseyi Başkanlık Kararları, Lizbon’daki stratejik amacı ve buna bağlı alt amaçları teyid etmişlerdir.

c. Lizbon (Mart 2000)’dan sonra Avrupa ülkelerinin bilim-eğitim-kültür bakanları Mayıs 2001’deki Prag ve Eylül 2003’deki Berlin toplantılarında bir araya gelerek Bologna Deklarasyonu ve AB Konseyi Lizbon Kararları’nın izleme ve değerlendirmesi üzerinde çalışmışlar, bu çalışmalar bir yandan AB komisyonunun, öte yandan çeşitli Avrupa üniversiteleri akademisyenlerinin teknik katkıları ile desteklenmiş ve zenginleştirilmiştir (örneğin Salamanca Üniversite Yetkilileri Konvansiyonu Kararları (Mart 2001)). [3]

ÇİZELGE 2: AVRUPA KONSEYİ’NCE BENİMSENEN AMAÇLAR DİZİSİ

Temel Amaçlar

1. AB’de eğitim ve öğretim sistemlerinin kalitesini ve etkinliğini artırmak

2. Eğitim ve öğretim sistemine her kesimin erişimini kolaylaştırmak

3. Eğitim ve öğretim sistemlerini dünyaya daha çok açmak

İkincil (associated) Amaçlar

1A : Eğitici ve öğreticilerin eğitim ve öğretimini iyileştirmek

1B : Bilgi toplumu için beceriler geliştirmek

1C : Enformasyon ve iletişim teknolojilerine herkesin erişimini sağlamak

1D : Bilimsel ve teknik çalışmalar için daha fazla insangücü derlemek

1E : Kaynakların en iyi kullanımını sağlamak

2A : Açık bir öğretim ortamı sağlamak

2B : Öğrenmeyi daha çekici kılmak

2C : Aktif yurttaşlığı, fırsat eşitliğini ve sosyal birlikteliği desteklemek

3A : Çalışma hayatı ve araştırma ile toplum arasındaki bağlantıları güçlendirmek

3B : Girişim ruhunu geliştirmek

3C : Yabancı dil öğrenimini iyileştirmek

3D : Beşeri hareketliliği ve insangücü değişimini artırmak

3E : Eğitim ve bilim alanında Avrupa işbirliğini güçlendirmek

Kaynak: EU Official Journal, C142, s. 2-4

(vi) 3.6. AB Komisyonu çıkışlı belgelerden başlıca ikisi, incelememiz için önem taşımaktadır. Bunların ilki, Mart 2001’de Stokholm Avrupa Konseyi tarafından benimsenen ve “Eğitim ve Öğretim Sistemlerinin Gelecekteki Somut Amaçları Üzerine Rapor” başlığını taşıyan Şubat 2001 tarihli metin, diğeri ise Komisyon’un Şubat 2003 tarihli ve “Bilgi Avrupası’nda Üniversitelerin Rolü” başlıklı iletisi (communication)’dir. Stokholm Konsey Kararı, Çizelge 2’ye çıkarılan üç temel amaç, bunların altında dallanan 13 ikincil (associated) amaç belirlemiş, ikincil amaçlara erişimi saptadığı başarı göstergeleri ile ölçmeye ve somutlaştırmaya çalışmıştır. Konsey ve Komisyon bu amaçlar doğrultusunda birlikte hazırladıkları çalışma programını Şubat 2002’de tamamlayarak Mart 2002’deki Barselona Avrupa Konseyi’nde nihai karara bağlamışlardır. [4]

3.7. Yukarıda anılan Komisyon iletisi, Avrupa üniversitelerini referans alınan ABD üniversiteleri ile karşılaştırdığında olumsuz sonuçlara ulaşmaktadır. İletinin yazarlarına göre Avrupa üniversiteleri bugün beş ana küme altında derlenebilecek “meydan okumalar”la karşı karşıyadır:

(i) Artan yüksek öğretim talebini sınırlı insangücü ve finansal kaynakla karşılamak, fakat eğitim ve araştırma kalitesinden fedakârlık etmemek;

(ii) Eğitim ve araştırmada uluslararasılaşmanın yol açtığı handikapları (başka bir deyişle, Avrupa’nın ABD’ye kıyasla öğrenci ve araştırma elemanı cezbetmekteki ve mevcutları koruyabilmekteki yetersizliğini) gidermek;

(iii) Üniversiteler ve sanayi arasında etkili ve yakın işbirliği kurmakta ve araştırma bulgularını ticarileştirmekteki göreli yetersizlikten kurtulmak, bilgi üretimine rakip ya da ortak yüksek teknolojili firmaların yarattığı rekabetçi ortamın zorlamalarına dayanabilmek,

(iv) Bilgi üretiminin (özellikle temel araştırmalarla uygulamalı araştırmalar arasındaki sınırların belirsizleşmesi sonrasında) yeniden organize etmek, uzmanlaşma-farklılaşma ile çok disiplinli uğraşların gelişmesi arasındaki dengeyi kurmak

(iii) Toplumun yeni beklentilerine cevap verebilmek.

3.8. Raporun yazarları, bundan sonra bazı bilgi ve sayılar zikrederek AB’nin ABD’ye kıyasla geri kalmışlığını saptamaya yönelmektedirler:

(i) Öğrenci hareketliliği marjinal denebilecek düzeyde, araştırıcı hareketliliği ABD’ye kıyasla düşüktür.

(ii) Her ne kadar AB’nin eğitim amaçlı kamu harcaması, üye ülke GSYİH’larının ortalama %5’i çevresinde ise, kamu harcamaları / GSYİH oranının azalma eğilimine girmesi kaygı vericidir.

(iii) Öte yandan, yükseköğretim harcamalarındaki artış oranı, öğrenci sayısındaki artış oranının altında kalmaktadır. AB yüksek öğretime GSYİH’sının %1.1’ini, ABD ise %2.3’ünü ayırmakta; yüksek öğretime yönelen özel sektör çıkışlı fonlar AB’de GSYİH’nın %0.2’sini, ABD’de %1.2’sini oluşturmaktadır.

(iv) ABD üniversitelerinde öğrenci başına harcama, AB’dekilerin 2-5 katıdır.

3.9. Bu zaafları gidermek için AB yetkililerinin önerebildikleri başlıca çözümler şunlardır:

(i) Özel kaynaklardan AR-GE finansmanı, bağışlar, hizmet satışları yoluyla sağlanan ve buna ek olarak da öğrencilerden gelen finansal katkıları mutlak ve oransal olarak artırmak,

(ii) Gerçek bir AB emek piyasasının paralelinde, öğretim üyesi ve öğrenci hareketliliğini en üst düzeylere çıkarmak, bu amaçla ortak yüksek öğretim standartlarını ve akreditasyon mekanizmalarını gerçekleştirmek,

(iii) AB üniversiteleri arasındaki bilgi paylaşım ağlarını geliştirmek,

(iv) Çok yüksek “eğitimi terk” oranlarını ve eğitimli işgücü piyasasındaki arz ve talepler arasındaki vasıf uyuşmazlığını giderecek tedbir ve programlara yönelmek,

(v) ABD’ye beyin göçünü caydırmak için yüksek ve vasıflı araştırmacı ve eğiticileri maddi ve manevi olarak tatmin edecek şartları oluşturmak,

(vi) Yüksek ve mükerrer araştırma maliyetlerini daha özenli maliyet değerlendirmesi ve AB Çerçeve Programları’nın oluşturduğu kaynak havuzuna başvurarak gidermeye çalışmak,

(vii) Üniversitenin yavruladığı ileri teknolojili şirketlere katılma ve üniversite katkısıyla geliştirilen yeniliklerin patentlenmesinde araştırıcılara yeni imkanlar hazırlamak,

(viii) Üniversiter otonomi ile etkili iş idaresi’ni uygun bir biçimde eşleştirmek.

3.10. Özetle, AB’nin bilgi toplumuna özgü üniversiteye ulaşmak için öngördüğü araçlar, AB refahına katkı sağladığı kabul edilen genişlemiş piyasalar ile sermaye ve işgücü hareketliliğinin bu kez bilimsel üretime dönük fiziksel, parasal ve beşeri kaynaklar ortamına taşınması anlamına gelmekte, uzmanlaşma ve daha iyi bilimsel işbölümü / işbirliğinin bilimsel üretim miktarını ve üretim verimliliğini artıracağı düşünülmektedir. Benimsenen referans ise taşıdığı kimi olumsuzluklara rağmen ABD üniversite sistemidir. Öte yandan, AB’nin genişlemesi böyle bir reformun uygulanması için hem zorunluluklar, hem de fırsatlar yaratmakta, böylece AB’ye yeni katılan ülkelerdeki bilimsel üretim potansiyelinin AB bilim ve teknoloji havuzuna katılması ve AYÖA’nın en geç 2010 yılına kadar gerçekleşmesi öngörülmektedir. Türkiye’de bugün üniversiter sistemi dönüştürmek isteyen çeşitli çevrelerin aynı öncüllerden ve aynı gündemden yola çıkıp çıkmadıkları tartışılmaya değer. Örneğin kimi üniversite yönetim kademelerinin ve Türkiye’nin AB’ye katılması bağlamında AYÖA içinde yer almayı bir kalite gerekliliği ve güvencesi olarak gören akademisyenlerin üniversite reformundan bekledikleri ile siyaset çevrelerinin, öğretim elemanlarının ve öğrencilerin “reform” gündemleri arasında önemli farklılıklar vardır. Aşağıda da değinileceği gibi Türkiye’de üniversite reformu önerileri kaliteyi artırma amacından çok, siyasal güdülerle biçimlenmektedir.

3.11. Avrupa Konseyi Lizbon (2000) kararları (Md. 37-40) nihai amaca ulaşmak için yeni ve “açık” bir eşgüdüm yöntemini salık vermektedir. Üye ülkelerin kendi politikalarını geliştirmelerine yardımcı olmayı amaçlayan bu yöntem,

(i) AB için yönlendirici kayıt ve kurallar konulurken, üye ülkelerin seçtikleri kısa, orta ve uzun vadeli amaçlara erişmeyi belirli takvimlere bağlamaları,

(ii) Uygun olan durumlarda, nitel ve nicel göstergeler ile üye ülkelere miyar (benchmark) olacak örneklerin belirlenmesi;

(iii) Avrupa’nın yönlendirici kayıt ve kurallarının spesifik hedef ve tedbirler saptanarak üye ülkeler düzlemine yansıtılması;

(iv) Karşılıklı bir öğrenme sürecinin parçası olarak periyodik gözetim, değerlendirme ve akran (peer) değerlendirmesine başvurulması.

3.12. Bu “yöntem”, aslında AB üst düzey karar alıcılarının ortak tutum oluşturana kadar danışmayı sürdürme ve sorunların çözümü için AB ve üye ülke bürokrasilerini çeşitli komitelerde bir araya getirerek ve ikna ederek oydaşma sağlama tekniklerinin değişik sözcüklerle ifadesinden ibarettir ve, doğal olarak, karar almayı zorlaştırıcı ve zaman alıcıdır. Öyle anlaşılmaktadır ki, 2010 hedef yılına kadar AB bürokratları kendilerinin bile hatırlamakta güçlük çekecekleri yüzlerce rapor, muhtıra, karar sureti, v.b. üreterek Avrupa üniversiteleri reformunu adım adım gerçekleştirmeye çalışacaklardır. Okur, bu uç tutumu çok kısa süreli bir hazırlık çalışmasından sonra yüksek öğretimi bir nefeste, oldu-bittilerle yeniden yapılandırmaya heveslenen Türkiye siyaset adamları ve bürokrasisinin (bir başka uçtaki) tutumu ile karşılaştırabilir.

Notlar:

1-Sorbonne Deklarasyonu dört büyük AB ülkesinin sorumlu bakanları tarafından imzalanmıştır; Bologna Deklarasyonu ise geniş katılımlıdır.

2-Belgeleri kaleme alanların belâgat gösterileri dolayısiyle bazan yitirilen bu ince ayrım, kendisini daha sonraki duyuru ve deklarasyonlarda da belli etmektedir. Örneğin Avrupa Yükseköğretim Kurumları Konvansiyonu’nun Salamanca Duyurusu (Mart 2001)’nun son cümlesinde üniversite yetkilileri, “yükseköğretimi temel bir kamusal sorumluluk olarak düşünmeye devam edeceklerini” vurgulamaktadırlar. Bu vurgu AB makamlarının “girişimci üniversite” özlemleri ile aynı doğrultuda görünmüyor.

Prag toplantısında sorumlu bakanlar Bologna Deklarasyonu’ndaki AYÖA’nın 2010’a kadar kurulması hedefine bağlılıklarını teyid etmişlerdir.

3-AYÖA bağlamındaki (özellikle yükseköğretimde kaliteye odaklanan) çabaların kronolojik ve eksiksiz bir anlatımı için bkz. Özkale (2003).

4-Bkz. Gürel (2003)

30 Mart 2009

Barselona'da Polis "Bologna İşgali"ne Müdahale Etti

19.03.2009 Radikal
Barselona’da bir üniversite binasını 4 aydır işgal eden öğrencilere polis müdahale etti. 20’den fazla kişi yaralandı.

MADRİD - İspanya’nın doğusundaki Barselona kentinde, bir üniversite binasını işgal eden öğrencilere polisin müdahalesi sırasında çıkan olaylarda 20’den fazla kişinin yaralandığı bildirildi.
"Bologna Süreci" olarak bilinen, AB ülkelerindeki üniversite eğitim sisteminde değişiklikleri öngören reformlara karşı olan 50 kadar üniversite öğrencisi, yaklaşık 4 ay önce işgal ettiği Barselona Üniversitesindeki rektörlük binasından polisin zoruyla çıkarıldı.
Polisin güç kullanarak öğrencileri rektörlük binasından çıkarmaya çalışması sırasında meydana gelen olaylarda polis, öğrenci ve gazetecilerin aralarında bulunduğu 20’den fazla kişinin yaralandığı bildirildi.
Öğrenciler, polisin tavrını eleştirirken, Barselona Emniyet Müdürü Rafael Olmos, "kurallara uygun ve ölçülü müdahale edildiğini" söyledi. (aa)

29 Mart 2009

Bologna Process – a password for privatisation

Joe Boustead Socialist Appeal
Tuesday, 17 February 2009
Across Europe, notably in Spain, Greece, France, Germany but also in many other countries, there have recently been mass protests at the attempts of governments to implement the European Union’s so-called ‘Bologna Process’. This Process is an agreement which was signed in 1999 by Ministers of Education from 29 European countries. It aims to set a single recognisable standard of educational attainment across Europe so as to ensure that all students leave their education with comparable qualifications. This in itself does not seem like a reason for protest, although it will affect significant numbers of students already studying on courses that will entirely change their structure, increasing their workload and shortening the time it takes to do it, but inevitably there a far bigger attachments to such a programme of reform. No dose of mass reforms is complete without aspects of neo-liberal privatisation these days.

Coupled to the Bologna Process, though not explicitly included in it, has been the privatisation of education and all that this entails. So now not only are students faced with the fact that they will have to work harder and longer hours for a shorter period of time, that the costs of their education will also increase (so working on top of the hours required for studying becomes more of a strain) but also that their courses may end up being influenced by some company who’s only real interest in to create profit out of the process…

The keen eyes among you may have noticed that I have not yet mentioned the UK. In truth for those of us studying here this all seems a little too familiar. The government here long since opened the floodgates allowing waves of privatisation to wash through our education system. Not so many years ago, while I was in college, my duties as part of the Student Union meant I had the unenviable duty to inform many students that if they failed their A-level exams the first time around they would not be afforded re-sits that are usually given because the courses they were doing were uneconomical and being cut from the college programme. This came just after a new head had been appointed to oversee the financial reconstruction of the college, this newcomer was apparently not from an educational background but a business background instead - a process I expect is no longer a surprise.Another part of this process I have personally experience was far more recent as my university sold off a number of its halls of residence to a private company. It was reported in the independent university paper that the fees for these halls are likely to go up in the coming future. Being in central London meant they were already eating up the loan money students got. Of course we have also seen considerable change to our loans as well. In 2007 the interest rates on tuition fees were doubled and now, with the government desperate to cut any expenditure it can to pay back the money it will owe for it unparalleled borrowing in wake of the global crisis, it seems many grants will be severely scaled back.

As for the influence of companies on educational programmes the US has long been providing many examples of the abuse of education by private enterprise. Closer to home in Scotland in 2002 the government sent out biotechnology magazines to institutes that it latter turned out were funded by a number of major biotechnology corporations. This includes the saintly Monsanto, yes they who have illegally dumped toxic waste in Britain and caused a massive U.S. health scare with their milk production technique. These magazines promoted an outright lie as to the safety of its best selling herbicide.

In short the programmes put forward by the Bologna Process have been naturally coupled to privatisations that we have already seen a great deal of in this country. “Our schools are being privatised not for the benefit of our children, but for the benefit of our corporations.” This is how the Guardian put it in 2002. The results are less than satisfactory and now faced with these same processes all at once students, academics and workers alike have expressed their unwillingness to see the same thing happen across mainland Europe. It is time that we in Britain followed the lead of our European brothers and sisters and started to fight back against what has already been done. So far it would seem as though the education system and the students of this country have been the experiment that the rest of Europe now attempts to follow. Unfortunate the experiment has fundamentally failed in one key area - education. So long as businesses are allowed to interfere and put their profits first the education system under capitalism can only spiral downwards.
Photo:Demonstration against Bologna Process in Cartagena (Spain) in November 2008